GRUP Yorum, Türkiye’nin en ödünsüz, en politik, en devrimci, en enternasyonalci, en uzlaşmaz, en inatçı, en ısrarcı, en belalı müzik grubu... İnönü Stadı’nı hınca hınç dolduranlar, işte böyle bir grubu dinlemeye geldiler. Şehrin kenar semtlerinden otobüslerle gelip stadı dolduranlara bakınca ister istemez şunu düşündüm: İstanbul’da ne kadar çok sosyalist solcu varmış! * * * Beyaz başörtülerinin üzerine kızıl bandana takmış TAYAD’lı anneler, stadın en hatırlı bölümünde ağırlandılar. “Devrimci protokol” vardı... Başköşede, yani Yıldırım Demirören’in koltuğunda Sırrı Süreyya kardeşimiz oturuyor ve bu durumla hafiften kafa buluyordu... İşte “Solcu-İslamcı ittifakı” açısından umut veren bir gelişme: İHH Başkanı Bülent Yıldırım da oradaydı, Tarık Tufan da... Bu arada DİSK Başkanı Süleyman Çelebi de eşiyle gelmişti konsere... Ve sosyalist sola gönül vermiş daha birçok isim. Dev sahnede yerini alan Grup Yorum, 25. yıl konserine çok iyi hazırlanmıştı. Dev bir orkestra, solistler, korolar, konuk sanatçılar, kalabalığı damardan yakalayan görüntülerle süslü sinevizyon gösterisi... Hepsi şahaneydi. 25 yılın acılar, gözaltılar, tutuklamalarla geçen büyük serüveninden damıtılmış şarkıları dinledik hep beraber... “Haziranda ölmek zor”dan girildi, “Dağlara gel dağlara”dan çıkıldı. Arada Amerika’ya defalarca “Defol” dendi... Tuncel Kurtiz sahnede bir “Bağdat mersiyesi” okudu... Suavi bütün demokrat solculara selam sarkıttı... Bulutsuzluk Özlemi’nin babası Nejat Yavaşoğulları şahane bir şarkı patlattı. “Çav Bella” söylendi, halaylar çekildi, Kürtçe, Arapça, İspanyolca şarkılara eşlik edildi... Che’ye bin selam yollandı. “Maden işçileri onurumuzdur” diye haykırıldı... Bol bol “halkların kardeşliği”nden dem vuruldu, sık sık “emperyalizm” sözcüğü zikredildi. * * * Biraz “eskimiş” bulabilirsiniz. Size biraz “arkaik” gelebilir. “Devrimci nostaljisi” falan diyerek burun kıvırabilirsiniz. Ama ben çok önemsedim bu konseri. Üç nedenden ötürü: - BİR: Politik bildiriyi müzikle anlatmak, her zaman olumsuz sonuçlar vermezmiş... Etkileyici şarkıları dinlerken, bunu bir kez daha anladım. - İKİ: 55 bin kişilik kitlenin koskoca bir alanda hep beraber halay çektiğini görmekten fevkalade hoşnut oldum. - ÜÇ: Eksik de olsa, sorunlu da olsa, bir duyarlılık taşımanın çok faziletli bir iş olduğuna her zaman inanmışımdır.
Kemal Bey heyhat (2)
BAŞTAN söyleyeyim: Kemal Bey’i defterden silmiş falan değilim. Biliyorum... “Sen defterden silsen ne olur, silmesen ne olur? Önemli olan halkın defteridir” diyeceksiniz. Doğrudur, çok haklısınız. Kendimi önemsediğim için falan değil, beni önemseyenler için söylüyorum: Silmedim Kemal Bey’i defterden. Ama eser rüzgarı, verilen desteği, açılan kredileri çabuk tüketeceğine dair çok güçlü bir sinyal alıyorum. O nedenle dünkü yazımda “Kemal Bey heyhat” diyerek, bir tür “çıplak uyarıcı” gibi yaklaşan tehlikeyi kendisine haber vermek istedim. İster ilgilenir, ister ilgilenmez... Kendi bileceği iştir. Ben uyarı vazifemi yapmaya bugün de devam edeceğim... * * * Kemal Bey’in en büyük sorunu şu: Statükoyla başının derde girmesini istemiyor. Yok, hayır... Bildiğiniz “statüko”dan söz etmiyorum, “CHP statükosu”ndan söz ediyorum... Teslim olmuş durumda “CHP statükosu”na... O kadar teslim olmuş ki... İstanbul’da omuz omuza mücadele verdiği, kader arkadaşı Gürsel Tekin’i bile tuhaf bir krizin baş aktörü haline getirebildi. - Soruyorsunuz: Gürsel Tekin nasıl biri? Cevaplıyor: Çok çalışkan, çok önemli özellikleri olan bir arkadaşımız. - Soruyorsunuz: Bir yamuğu mu oldu? Cevaplıyor: Hayır, ne demek? Hiçbir sorun yok. - Soruyorsunuz: Başarılı mı Gürsel Tekin? Cevaplıyor: Başarılı... Hem de nasıl başarılı... - Soruyorsunuz: Peki o zaman neden ona bir görev vermiyorsunuz? Ve işte tam bu noktada başlıyor top çevirmeye, laf dolandırmaya, çok konuştuğu halde hiçbir şey söylememeye... Peki sen “Gürsel Tekin krizi”ni bile aşmaya muktedir olamazsan, memleketi nasıl yöneteceksin? Daha acı bir soru: Sen “CHP statükosu”na bile en küçük bir fiske atmaktan imtina edersen, mevcut statükoyu nasıl devireceksin? * * * Güzel hasletleri var Kemal Bey’in... Dürüst biri... Nazik ve kibar bir insan... Aşırı dikkatli... Çok çalışkan... Alçakgönüllü... Halka sıcak gelen bir tarafı var... Ayrıca her türlü soruya açık... Birkaç yandaşı karşısına alıp “Al gülüm ver gülüm” programlar yapmaya tenezzül etmeyecek kadar da sahici ve demokrat. Ama keşke bu özellikler yetseydi. Ne yazık ki yetmiyor, yetmez, yetemez.
Sibel Arna’nın ‘Dadı’ yazısı
BEN kaçırmışım... Baktım “Twitter” yıkılıyor... Herkes Hürriyet’in cumartesi ekinde Sibel Arna’nın “Dokuz Aylık Bebekle Mavi Yolculuk” başlıklı yazısından söz ediyor. Sibel yazısında bebeği Rüzgar’ın dadısından söz ediyor. Mavi yolculukta “dadı”nın gözü denize girmekteymiş, bu yüzden Rüzgar’la tam olarak ilgilenmiyormuş falan... Emeğiyle para kazanan bir insana karşı edilmemesi gereken bir sürü laf... Nereden baksan tatsız, ayrımcı, incitici, empatiden yoksun, hoş olmayan bir yazı... Hep söylerim: Yaşam tarzı üzerine esprili bir dille kalem oynatmaya kalkışmak, en ağır başlı konular hakkında kalem oynatmaktan daha zor, daha çetrefil, daha riskli bir iştir. Hatta biraz daha ileri gideyim: Bu tür yazılar yazanların, en ağır konularda yazılar yazanlardan bile daha fazla birikim sahibi olması gerekir. Diyelim ki birikim yok... O zaman en azından empati duygunuz yüksek olacak, sınıf ayrımcılığının başladığı yerleri iyi bileceksiniz, emeğiyle çalışan insanlara karşı sergilemeniz gereken tavır konusunda bir görgü kursuna yazılacaksınız. Başka çaresi yok.