Türkiye’nin uluslararası zeminde, ekseninin Batı’dan Doğu’ya kaydığını iddia etmek, bu noktada tedirginlik duymak meseleye sığ bir yerden yaklaşmak olur.
Öncelikle, Türkiye’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, geçen zaman boyunca izlediği ‘dış politika’yı, tek kelimeyle, ‘Batıcı’ deyip geçmek hata olur. Kuruluş döneminde, zaten Batı merkezli dünya dışında bir sistem yoktu. Asıl belirleyici gelişme, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşan iki kutuplu dünya sisteminde, Türkiye’nin hızla ABD önderliğindeki Batı sisteminde yer alma kararıyla oldu. Bu dönemde, dış politika Batı sistemine o denli koşulsuz eklemlenmeye çalıştı ki, Türkiye, 60’lı yıllarda kendini, Batı dışındaki dünyada fazlasıyla yalnız buldu. Bu yalnızlık özerlikle Kıbrıs konusunda hissedildi ve Türkiye dış politikasını esnetmek ve daha çok yönlü kılmak zorunda kaldı.
Bugüne gelinen süreci uzatmak niyetinde değilim, sadece bugüne gelinene kadar, Türkiye dış politika serüvenini, kestirmeden ‘Batı ekseni’ diye tanımlamanın meseleyi çok basite indirgemek olduğunu düşünüyorum.
Diğer taraftan, Türkiye’de, ‘Doğu ve Batı’ gibi çok genel bir başlıktan söz edilecek olursa, yakın zamana kadar ‘egemen’ yaklaşımın ‘Batı’ya yamanmak’ hevesi, gözü Batı’dan başka bir şey görmemek, ‘Doğu’ya, ‘Arap dünyası’na, ‘Müslüman coğrafya’ya Orientalist bir küçümseme ile bakmak olduğu, aşikârdır. Bu anlamda bir eksen kayması söz konusu oluyor ise, ben bundan ancak memnuniyet duyarım.
Bugüne gelinen süreci, sadece AKP’nin ‘İslamcı’ eğilimi ile açıklamak ve bundan kaygı duymak da, olayları anlamak, anlamlandırmak açısından eksik ve hatalı olur diye düşünüyorum. Tüm bunları uzun uzadıya tartışmakta fayda var. Tabii, kulak dolgunluğu bilgiler ve ayaküstü değerlendirmelerle ahkâm kesmeye kalkanlarla değil, bu konuları tartışmaya ‘ehil’ olanlarla!
Ancak, tüm bu tartışmalar gelmeden, benim öncelikle altını çizmek istediğim konu, dış politika değil ama onun üzerinden, iç politikada yaşanan ‘eksen kayması’!
Evet, çok kaygı duymamız gereken bir ‘eksen kayması’ ihtimali var, ama bu öncelikle iç politikada, demokrasiden otoriterliğe savrulma noktasında bir eksen kayması. Savrulma derken çok demokratik bir politik zeminden otoriter bir zemine savrulmakta olduğumuzu iddia etmiyorum. Bir türlü tam manasıyla demokratikleşmeyi başaramayan yarı-otoriter bir yapıdan, bir diğerine savrulmakta olduğumuz düşünüyorum ve bunu epeydir yazıyor, söylüyorum.
Dış politika üzerinden geldiğimiz nokta bu gidişi daha da vahim hale getirdi. Şimdi, işin içine bir de, sesini çıkaranın ‘Tel Aviv avukatı’, ‘Siyonist’, ‘PKK ağzı’ gibi son derece tehditkâr biçimde yaftalanması girdi.
Ben öteden beri Ortadoğu ülkeleriyle, siyasal, kültürel yakınlaşmayı destekledim, ama kastettiğim; Ortadoğu’nun çeşitli otoriter ülkelerine benzemek değildi. ‘Doğu Konferansı’ grubu olarak. Bu tür yanlış anlaşılmalara karşı, her gittiğimiz ülkede bu hususun altını çizdik. Sözümüze, vurgusu bu çerçevede belirlenen bir ortak metni okuyarak başlamayı hiç ihmal etmedik. Buna rağmen kendi aramızda sürekli tartışmak durumunda kaldık. Biz Ortadoğu’nun tümünün barış ve demokrasiye yaklaşmasını savunuyorduk, birbirimize yaklaşıp barış ve demokrasiden uzaklaşmayı değil!
Biliyorum, bazıları, benim geçmişten, Doğu Konferansı’ndan söz etmemden hoşlanmıyor. Nedenini anlamak zor değil! Bazı dostlarım ise, geçmişten söz etmemin ‘şimdi söylediklerime mazeret gibi’ algılanabileceğinden kaygı duyup uyarıyorlar. Sağ olsunlar, ama kaygılanmalarına gerek yok, ben öncelikle, kimin neyi nasıl algıladığı ile ilgili değilim. Dahası, bir şeyi söylemek için mazeret arayacak biri olmadığımı herkes bilir, dost olanlar rahat olsun (gerisi de bırakın biraz rahatsız olsun)!
İsrail’in kanlı saldırılarına maruz kalan Mavi Marmara gemisinin genç kaptanı
Mahmut Tural konuştu. Tural, İsrail’in saldırmadan önce kendilerini
uyarmadığını söyledi. Yol boyunca İsrail’in belirlediği kara sularına
girmediklerini ifade eden Tural, “Ancak İsrail bizi suçlu göstermek için kendi
sularına girmeye zorladı. Ancak ben rotayı değiştirerek buna izin vermedim”
dedi.