Davutoğlu, “Yakında Mescid el-Aksa’da namaz kılacağız” demiş. Araplar bunu yıllaryılı çok duydular. Ancak, ilk kez bir Türk yetkilisinden “Kudüs’te randevu” sözü alıyorlar
Gazetecilik böyledir; bazen pek önemsiz görünen bir olay, konjonktür değişince “cuk” oturduğu için büyük ilgi toplar. Bu hafta da dünya basını, İstanbul’da toplanan Türk-Arap İş Forumu’nu dikkatle izledi.
Normalde alelade bir haber gibi geçiştirilecek bu forum, İsrail’le Mavi Marmara gerilimi ve hem Batı hem de Ortadoğu basınında bir biri ardına çıkan “Türkiye yüzünü Doğu’ya dönüyor” yazılarına denk geldiği için yabancı ajansların haberlerinin üst sıralarındaydı.
Zirveden gazetelere yansıyan en önemli haber, Türkiye’nin Suriye, Ürdün ve Lübnan’la birlikte bir serbest ticaret ve dolaşım bölgesi kurmak için düğmeye basması oldu. Merak ettim, zirvedeki atmosferi araştırdım.
Anladığım kadarıyla, Arap ülkeleri, ticaretin artması ve Türkiye’den gördükleri bu yeni ilgiden memnun. Mısır, Ürdün gibi Arap dünyasında geleneksel olarak “Batı’yla köprü” rolünü üstlenen eski tarz rejimler, biraz liderlik rolünü Türkiye’ye kaptırmış olmanın kıskançlığı içinde. Ancak herkesin bildiği, Tayyip Erdoğan’ın Arap sokağında son derece popüler olduğu...
Bu arada her şey çok hızlı olup bittiği için kimse henüz Türkiye’nin üstlendiği liderliğin boyutunu, sonuçlarını veya ciddiyetini tam kavrayabilmiş değil. Türkiye’nin Mavi Marmara’dan bu yana İsrail karşısındaki tutumunu keskinleştirmesi, adeta Netanyahu hükümetine karşı global bir cephenin liderliğini üstlenmiş olması da henüz tam çözemedikleri bir durum.
Bir Arap diplomat, toplantının kapalı bölümünde, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Arap coğrafyası ve İsraille ilgili ateşli bir konuşma yaptığını anlatıyor. Davutoğlu heyecansız üslubuna karşın sıkı hatip. Konuşmasını noktalarken 17 Arap dışişleri bakanına “Yakında Kudüs başkent olacak ve hep birlikte gidip Mescid el-Aksa’da namaz kılacağız” demiş.
Aslında isteyen Türk vatandaşları İslam’ın en kutsal mekânlarından olan el-Aksa’da namaz kılabilir. Ancak İsrail vizesi alıp İsrail’den geçmek kaydıyla.
Dışişleri’ne, Davutoğlu’nun ne demek istediğini soruyorum. Bakanın “bir gün Filistin devleti kurulduğunda, Arap liderlerinin özgürce Filistin devletinin başkenti olarak Kudüs’e giderek el-Aksa’ya gidebileceği”ni kast ettiği cevabını alıyorum. Yani bir cins temenni.
Aslında Araplar bu söylemi yıllar yılı kendi aralarında çok duydular. Hatta gün geldi artık umutlarını yitirdiler. Ancak ilk kez bir Türk yetkilinin ağzından “Kudüs’te randevu” sözü alıyorlar.
Peki bu Türkiye için ne demek? Davutoğlu’nun sözünün şöyle bir anlamı var: Ankara, bir süredir Gazze’deki ablukanın kalkmasını, uzak bir mesele değil, “öncelikli bir dış politika hedefi” haline getirmişti. Anlaşılıyor ki ablukanın kalkması yeterli değil. Ankara’nın İsraille ilişkilerinde nihai kıstas, sadece ablukanın kalkması değil aynı zamanda Filsitin devletinin de kurulması olacak. Hayırlısı...
VELEV Kİ EKSEN KAYDI...
Hükümet “eksen kayması” lafından hoşnut değil. Günlerdir ağzını açan her bakan, “Eksen kaymadı/ Batı’dan kopmadık” demek zorunda hissediyor.
Amacımız polemik yapmak değil. O zaman o lafı kullanmayalım. Adına ister “aktif dış politika”, ister “neo-Osmanlıcılık” deyin,
* Ankara’nın kendi coğrafyasında bir güç haline geldiği
* Bu gücü “yepyeni Ortadoğu yapılanmasına önayak olmak için” kullandığı ve
* Bu durumun “Tükiye’nin Batı’yla olan bağlarına farklı bir boyut getirdiği” ortada.
Bu yüzdendir ki New York Times’dan Economist’e, Milliyet’ten Star gazetesine, hükümet yandaşlarından muhalefete kadar herkes bir noktada “Türkiye yüzünü Doğu’ya dönüyor” diyebiliyor. İlle de Batı’dan kopmak anlamında değil, ancak karşımızda yepyeni bir Türkiye ve Batı’yla yeni bir ilişki biçimi var.
İşte bu yüzdendir ki, bu hafta Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde “Hayır” kararı vermesinin hemen ardından konuştuğum önemli diplomat ve hükümet yetkililerinden benzer şeyler duydum. “Hayır” oyuna katılsın, katılmasınlar, devletin tepesindeki isimler bu kararın “Cumhuriyet tarihinin en önemli kararlarından biri” olduğunu, kolay verilmediğini ve Başbakan’ın uzun uzadıya düşündüğünü söyledi.
Peki bu yeni Türkiye tablosu, ille de kötü mü?
DOĞU’YA YÖNELMEK İYİ ÇÜNKÜ
1- Ortada gücün Batı’dan Doğu’ya ve Asya’ya kaydığı, Avrupa’nın ise ekonomik kriz nedeniyle ciddi anlamda sarsıldığı düşüncesi var. Bu yüzden Türkiye’nin kendini sadece Batı’ya çapalamaması, kendi nüfuz alanını genişletmesi mantıklı.
2- Arap dünyasıyla 2004’te 13 milyar dolar olan ticaret neredeyse 30 milyara vardı. Eksen kaymasının ekonomik faydaları var.
3- Yıllarca Avrupa kapılarında aşağılanan Türkiye’nin “özgüveni” bir anda yükseldi. Davutoğlu’nun “Sinop’tan Ekvator’a, İstanbul Boğazı’ndan Aden Körfezi’ne” yeni bir ekonomi ve güvenlik bölgesini işaret etmesi, Türkiye’nin bölgesel süper güç olması demek.
4- Ankara’nın geçmişte olduğu gibi içe dönük olmak yerine bölge sorunlarıyla ilgilenmesi, arabuluculuk yapması, bölgedeki istikrar için faydalı. Batı da Türkiye’nin bu rolüne itiraz etmiyor
DOĞU’YA YÖNELMEK KÖTÜ ÇÜNKÜ
1- Türkiye, Doğu ve Batı arasında “köprü” olduğunda gücünü arttırıyor. Köprü rolü fazla Doğu’ya kayarsa, Batı ile kurumsal bağları (AB, NATO ve ABD) zayıflayacaktır.
2- Türkiye’nin özendiği değerler ve demokratik normlar, Doğu değil Batı’da var. Son 10 yılda demokratikleşme ve insan hakları konusundaki ilerlemeler, AB üyelik süreci ve Batı’dan gelen teşviklerle hızlandı. Batı’yla bağlarını zayıflatan Türkiye, demokratik standartlar konusunda daha ihmalkâr olabilir, otokratikleşme eğilimlerini dizginlemek zorlaşabilir.
3- Ankara’nın Arap coğrafyasıyla bağlarını güçlendirmesi güzel. Ancak bunu yaparken Ortadoğu’nun en tatsız, en geri unsurlarına fazla kucak açıyor. Sudan’daki El Beşir rejimi, Ahmedinecat ve Hamas’la ilişkilerde ayar kaçmış durumda. Ankara bunların avukatı gibi gözükerek hem Ortadoğu ülkeleri hem de Batı’yı şaşırtıyor.
Osman Can ikna edemedi
Bazı şeyleri tartışmanın anlamı bile yok. Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can’ın mahkemenin CHP’nin başvurusu doğrultusunda bazı maddeleri iptal etmesinin “yok hükmünde sayılır, hükümet kaale almadan referanduma gitmeli” sözü de bunlardan biri.
Uçuk bir öneri. Yine de memlekette ifade özgürlüğü var; sıradan bir vatandaş, bir yazar ya da uzman bunu diyebilir. Ancak Yüce Mahkeme’de görevli bir hukukçu, alenen mahkeme kararlarının çiğnenmesini isteyemez. Olmaz, o zaman hukuk devleti kalmaz.
Cumartesi günü Hürriyet gazetesinde Metehan Demir’in haberinden de anlıyoruz ki, mahkemede bu açıklamaya yönelik ortak bir tepki var. Anlıyoruz ki Başkan Haşim Kılıç, bu zamana kadar koruduğu Osman Can’a “Ya düzelt ya da git“ demeyi planlıyor.
Dün Hürriyet’in haberiyle ilgili “askeri bürokrasi yazdırdı“ ya da “Osman Paksüt dedi“ gibisinden olmadık yorumlar vardı. Metehan’ı aradım. “Bir Tel Aviv yazdırdı, demedikleri kaldı” diye gülüyordu. Belli ki haber sağlam. Hürriyet Ankara Temsilcisi’nin daha bir kaç ay önce Haşim Kılıç’la ses getiren bir röportaj yaptığını hatırlarsak, haberin Yüce Mahkeme’deki hissiyatı en üst seviyede yansıttığı konusunda fazla spekülasyona gerek yok.
Ben yine de hakkaniyetli davranmak istedim. Osman Can’ı aradım. Sorumu sorarken de, demecine katılmadığımı, bu tavsiyeyi tehlikeli bulduğumu söyledim. Can, genelde son derece ikna edici konuşan bir hukukçu. Böyle bir uyarı almadığını, ancak çağrılırsa bu hafta Başkan’la görüşeceğini söyledi. Neden bu açıklamayı yaptığını uzun uzadıya anlattı. Özetle Meclis’in bu noktada “yasa koyucu” değil “kurucu meclis” olduğu iddiasında. Ben yine de ikna olmadım. Talihsiz buldum sözlerini.
Kararları eleştirebilir, sorgulayabiliriz. Ancal eğer Anayasa Mahkemesi’nin meşruiyetini de sorgularsak, o zaman tepeden tırnağa bütün hukuk sistemi çöker. Bu herkese zarar verir. Ya günün birinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, “Anayasa Mahkemesi AK Parti’yi kapatmadı. Ama ben o kararı yok hükmünde sayıyorum ve partiyi kapatıyorum” derse? Uç bir örnek veriyorum, “hukuk herkese lazım” diyebilmek için.