|
|
Ahmet ASLAN Bölgesel güç: Türkiye |
|
| |
|
Gereği yapıldı
Ekrem DUMANLI [email protected] |
|
Lübnan dönüşü gazetecilere Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Gereğini yaptık." dedi. Bahsettiği konu üç generalin, iki bakan tarafından açığa alınmasıydı. Malum olduğu üzere Yüksek Askerî Şûra'da (YAŞ) terfi ettirilmeyen komutanların emekli olması gerekiyordu.
Çünkü dört yıllık görev süreleri dolan ve terfi alamayan generaller otomatikman emekli ediliyordu. Ne var ki Balyoz davası gibi çok önemli ve kritik bir davada sanık sıfatıyla yargılanan generaller bırakın emekli olmayı, askerî üst yargıyı kullanarak kendilerine yeni pozisyon bulmuşlardı. Ne teamüle uygundu yapılan, ne hukuka. Üstelik hem YAŞ toplantılarını hükümsüz bırakıyordu hem de sivil iradeyi boşluğa atıyordu.
Hükümet 'gereğini yaptı' ve bahsi geçen (ayrıca pek çok açıdan ciddi tartışmaların göbeğinde yer alan) komutanları açığa aldı. Türk demokrasi tarihinde yeni bir sayfadır bu. Hukuk devleti olma yolunda atılan böylesine ciddi bir idarî tasarrufu siyaset üstü analizlerle değerlendirmek lazım. Çünkü makamlar gelir geçer; hukukî mülahazalar devleti ayakta tutar.
Ne yazık ki, siyasî cepheleşme refleksleri yine devreye girdi ve değerlendirmeler küçük hesaplarla yapıldı. Demokratik teamüllerin oluşması bakımından önemli bir adımı güncel politikaya feda etmemek gerekirken maalesef Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ortak bir tutum sergiledi. CHP'ye göre yapılan, 'sivil darbe'; MHP'ye göreyse, 'gözbebeğimiz olan ordunun yıpratılması'. Her iki analizin de yanlış olduğu ortada; ne var ki meselelere şu andaki iktidar partisini yıpratma mantığıyla yaklaşılıyor. Hükümet görevi, CHP ya da MHP'de olsaydı ve askerî üst yargı (AYİM) vasıtasıyla terfiler gerçekleştirilmek istenseydi bu iki partinin yetkilileri aynı görüşü mü savunacaktı? Farz-ı muhal siyasî iktidarı hiçe sayan ve askeri Meclis ve hükümetin üstüne yerleştiren böyle bir mantığa hükümetteyken destek verseler, düştükleri durumu kendi seçmenlerine nasıl izah edebilirlerdi?
Demokrasilerde herkesin yetkisi de belli, sorumluluğu da. Maalesef demokrasi tarihimizde bütün dengeler, tepetaklak bir fotoğrafın, olması gereken bir manzara şeklinde empoze edilmesi üzerine kuruldu. Bugün bile Genelkurmay başkanlarının kime bağlı olduğu çok net bilinemiyor. Savunma Bakanı'na mı? Başbakan'a mı? Cumhurbaşkanı'na mı?
Bir önceki Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ, görev ve yetkisini aşan çok hadiseye imza attı. Sert açıklamalar yaptı, darbecilikle suçlanan insanlara açıktan destek vererek mahkemeler üzerinde baskı kurdu, istifa kartını oynayarak müstakbel komuta kademesini belirlemeye teşebbüs etti, haklarında ağır suçlamalar bulunan askerleri koruyacağım derken bazı hukukçulara göre zanlılar hakkında, 'yardım ve yataklık yapma'ya kadar işi götürdü... O dönemdeki tartışmaları hatırlayınız lütfen; "Başbakan, Genelkurmay Başkanı'nı görevden alabilir mi?" diye sorulmuş, net cevap verilemediği için İlker Bey'in görevine son verilememişti.
29 Ekim Cumhuriyet resepsiyonunda Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün davetine katılmadı. Abdullah Gül kim? Resmen, Başkomutan. O nahoş manzara üzerine şöyle sorular yöneltildi: "Bu nasıl komuta kademesi ki başkomutanın davetine gelmiyor, mazeret de bildirmiyor?" Hele ortada Sayın Gül'ün eşinin başörtülü olması sebebiyle resepsiyonun protesto edildiğine dair dedikodular varken!
Aslında demokrasilerde sistem hiç de karışık ve karmaşık değildir. Hukuk devletinde yasamanın, yürütmenin ve yargının yeri bellidir. Kurum ve kuruluşların yeri de aşikârdır. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Meclis'in üstünde yetkileri haiz bir organ olmadığı gibi, vergisiyle ayakta durduğu ve bütün meşruiyetini borçlu olduğu halktan da bağımsız değildir. Elbette 'milletimizin gözbebeğidir'; ama bir millet sadece 'gözbebeği'nden oluşmaz ki! Ordumuzun yıpranmaması şart! Lâkin yıpranmamanın yolu hukukî çerçevesine dönüp aslî görevini bihakkın yerine getirmesi ve siyasetin çarkları arasına girmemesidir.
Türkiye normalleşiyor; herkesin bu önemli sürece hazır hale gelmesi gerekiyor. Dış dünyaya bu kadar açılmış bir ülkenin Soğuk Savaş döneminden kalma dengeler üzerinde cambazlık yapması artık imkânsız. Sorumluluk kimdeyse yetki de ondadır; o yetki kullanımının denetimi ise bizzat milletin elindedir. Normalleşme sadece asker-sivil ilişkisinin evrensel boyutlara taşınmasıyla sınırlı değil; yargıdan medyaya, kurumlardan sivil toplum kuruluşlarına kadar herkes katılımcı demokrasinin parametrelerine alışacak ki, bu ülke düzlüğe çıkabilsin.
|
|
|