Yıl 1909, Yusuf Akçura İttihat ve Terakki Merkezi’nde içlerinde Ziya Gökalp’in de olduğu bir gruba şunları anlatıyor : “Müslüman olmayan Osmanlı uyruklarının hemen hepsi kendi millî varlıklarını duymuşlardır; Arnavutlar, Araplar da bu yoldadır; artık Osmanlı diye bir millet düşünülebilir mi? Rus Türkleri, Osmanlı Türklerine nazaran ileri oldukları için millî varlıklarını çoktan hissetmeye başladılar. Halbuki Osmanlı Türkleri çok geridir (…) Erkan-ı Harbiye sınıflarına devam ediyorduk, hocalarımız, Hürriyet'ten, Meşrutiyet'ten gizli gizli bahsederlerdi. (…) Biz de inandık, (…) Hafiyeler (…) jurnal ettiler. Kısa bir soruşturmadan sonra, Trablusgarp'a sürüldük (…) Fransa'ya kaçtık. Artık biz de Jön Türk olmuştuk. (…) Ferid ve ben Ecole des Sciences Politigues denilen okula yazıldık. (…) okulun kitaplığından ayrılmıyorduk. Bizim bu devamımız kitaplık memurunun dikkatini çekti. (…) öğrenmek istedi; (…) anlattık (…) Fransız, bunları dinledikten sonra : “Siz Ermeni misiniz ?” dedi. Şaşırdık, hemen, “Hayır, Müslümanız, Osmanlıyız” dedik. “Osmanlı olduğunuzu anlıyorum, fakat milliyetiniz nedir ?” deyince : “Müslümanız, Türküz” dedik.O zaman bizlere şunları söyledi : “Affedersiniz, bir Türk nasıl olur da hürriyet ilânı ile vatanının tehlikelerden kurtulacağını sanır, (…) Osmanlı İmparatorluğu kırk milletten meydana gelen siyasi bir topluluktur, (…) hürriyet yalnız kişilerin değil, milletlerin de kendi benliklerini duymaları (…) demektir.(…) Osmanlı İmparatorluğu'nun hakim milleti olan Türklerin nasıl bir politika takip etmeleri gerekeceğini düşündünüz mü ?” (…) Fransızın bu sözleri bizim gözümüzü açtı. Hani şu Üç Tarz-ı Siyaset'e dair yayınlanan bir tartışma var ya hep bu telkinin neticesidir. (…) Bazı arkadaşlarım kızıyorlar ama yine söyleyeceğim: Bu bakımdan Rus Türkleri sizden çok ileridirler. Onun için, her şeyden önce Osmanlı Türklerini milliyet hususunda uyandırmak lazımdır" (1).
Türkiye’de İslamcılık düşüncesi Osmanlı’nın kendi içinden doğmuş, kendi aydınlarının dillendirdiği bir fikir akımı halinde temayüz etmemiştir. Rusya’dan gelen Yusuf Akçura, Rus toplumunun kendi dinamiği içinde geçerli olan bir tasnifi alıp Türkiye’ye tatbik eder. Böylece İslamcılık birbirleriyle hiç alakası olmayan iki politik vizyonun rakibi haline getirilir. Akçura’nın tasnifi O zamanki Rus toplumu için geçerli Panslavizm, Batıcılık ve Türkistan Türkleri’nin benimsediği İslamcılık/ Ceditcilik akımlarından mülhem bir teorileştirme idi. Panslavist düşünce ve politikalar, Osmanlı toprak bütünlüğünü ciddi biçimde tehdit etmiş, Türkistan halkı da Panslavist politikalara maruz kalmıştı. Öyle ki, Dostoyevski, İstanbul'un Ortodoksluğun başkenti olmasını dahi istemekteydi. Tolstoy, Rusya'nın Müslüman halklarına sevgi duyarken; Dostoyevski, Müslümanların/ Çerkezlerin Slavları vahşetle öldürdüğü fikrindedir. Nitekim Slavcılık pratiğe konulur. “Bulgar ayaklanmasında (1876) da Rusya'nın ve Panslavist hareketlerin etkisi vardır. 19. Yüzyıl ortalarından itibaren Rusya, Bulgar gençlerini Moskova, Petersburg ve Odessa gibi şehirlere götürüp Panslavist düşüncelerle yetiştirdikten sonra onları Slav cemiyetlerine kaydediyor ve Bulgaristan'da devlet adamı ve öğretmen olarak kullanıyordu. Bulgar halkını Osmanlı Devleti'ne karşı kışkırtan bu insanları ayaklanmalarda militan, savaşlar sırasında da casus olarak görmek mümkündü.Türkiye’de müslüman halkın muasırlaşmasını (modernleştirilmesini) gerektirecek bir tanzimi düşünmeyenler ya da birleşilmesi gerekli etnik öbeğin Rus topraklarında yaşayan adı “Türk” kavimler olması gerektiğine inanmayanlar, kendilerini kendileri tarafından hazırlanmamış bir kategorinin mensubu halinde görür oldular” (2). Böylece İslamcılık, Müslümanlar tarafından muhtevası tanımlanmamış bir siyasi akım haline getirildi. İşin başka yönü: Müslüman düşünürler, İslamcılık diye telaffuz edilen belirsizlik mapushanesinin mahkumu kılındı. “Vatandaş Türkçe konuş” söylemine itiraz, “inancını kamusalda gösteremezsin” tahdidi sayesinde yıkıcı bir öfkeye tahavvül edildi. İslamcılık, bir ayrışma ideolojisine dönüştürüldü. Yukarıda iktibas ettiğimiz parçalarda bu siyasal kategorileştirmenin temelleri anlatılıyor. Birisi gelmiş ve Türkiye’de yaşayan Müslüman düşünürlere “Siz İslamcısınız” demiştir. O günkü koşullarda Müslümanların mezkur kimliği benimseyip, bu mecrada fikir vermeleri anlaşılır bir şeydir.
Said Halim Paşa (1863- 1921), her ne kadar “İslamcı” düşünce içinde adı geçen biri ise de, günümüz çerçevesinde düşünüldüğünde İslamcılık nazariyesinin içine sığmayacak biridir. Zaten O, kendini İslamcı kavramıyla tanımlamamakta, nazariyesini de “İslamlaşmak” terimiyle ifade etmektedir: “Bizim için İslamlaşmak demek, İslamiyetin inanç, ahlâk, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir (…) Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir adamın (…) İslamiyet’in ahlâk ve hayat siyasetine kendini tamamıyle uydurmadıkça, yalnız Müslüman olduğunu söylemek, insana bir şey kazandırmaz” (3). Said Halim Paşa, dönemi için iki tehlikeli fikir akımından bahseder: A) Türklerin mazilerindeki büyüklüğü, Batı’dan geri geleceğini zannetmeleri: “Bugünkü düşüşten kurtulup yükselmek ve bu suretle memleketi, muhakkak olan çöküşten kurtarmak için tek çare Batı’yı taklit etmektir (dediler) Halbuki bizim bütün müesseselerimiz, tamamen İslami esaslardan ve İslami telakkilerimizden doğmuştu. Eski müesseselerin düzeltilmesi veya tadil edilmesi gerekirken, bu yapılmadı; yeniden meydana getirilmesi yoluna gidildi” (PAŞA,1991: 203- 4); B) Geriliğimizin sebeblerinin kusur ve ihmallerde değil dinde olduğu düşüncesiyle ırkçılığa yönelmeleri: “Milli bencillik esasına dayanmakla iftihar eden bugünkü uygarlık, en müthiş bir vahşetin, en son ve zararlı yeni bir şeklinden başka bir şey değildir” (PAŞA,1991: 209). Paşa’ya göre İslam’dan uzaklaşmalar, ırk esaslı kültürler ahlâk ve medeniyetin yükselmesinin önünde engeldir. Akçura’dan farklı olarak Said Halim Paşa, Batı’nın ırkçılık vasıtasıyla kurduğu uygarlığın insanlık ideali olmadığına kani olur ve bu uygarlığın insanlığın göreceği son medeniyet sayılamayacağını ifade eder: “Sanki bundan önce başka medeniyetler gelmemiş ve bundan sonra da gelmeyecek! Veya (…) sonradan gelecekler ile şimdiki arasında fark bulunmayacak! (…) Öyle zannediyoruz ki, (…) önümüzdeki yıllarda, daha insani bir takım hisler ortaya çıkacaktır” (PAŞA,1991: 211). Paşa, gelecek vizyonunu bu beklenti içinde çizerek “milliyet hissi tamemen yok olmayacaktır (…) milliyet cereyanının, gelecekte beynelmilelci cereyan içinde kaybolacağını hayal ve iddia etmek pek gülünç olur (…) İslam beynelmilelciliği ise, zamanımızda sosyalizmin kurmak istediği beynelmilelciliğe benzer. Ancak onun en mükemmel ve en son şeklidir (…) millet, birbiri ile kaynaşabilen birtakım içtimai ve siyasi unsurların birleşmesi ile teşekkül eder (…) uzun müddet bir arada yaşamış, aynı lisanla konuşmuş, müşterek his ve fikirlere sahip olmuş, kendilerine mahsus bir san’at ve edebiyat meydana getirmişlerdir (…) Şu halde, İslam esaslarını, milliyeti inkar ediyor veya kuvvetten düşürüyor diye tefsir etmeye hiçbir şekilde imkan yoktur. İslam’ın hücum ettiği, bugünkü ırkçılığın sapıklığı, taassubu ve bencilliğidir (…) Bir insan topluluğunun millet haline gelmesi, nasıl fertlerin gelişmesini kolaylaştırıyorsa, beynelmilelcilik de her milletin mümkün olduğu kadar çok gelişmesine aynı şekilde yardımcı olacaktır” (PAŞA,1991: 210- 14).
Said Halim Paşa’nın görüşleri, bir cevap içeriyordu. Batı’nın uygarlık durumunu bir “medeniyet” halinde kavramamak, Turan’a kadar götürülecek bir milliyetçiliğin ırkçılığına teslim olmamak, bu cevabın en temel mecrasıdır. Ancak onun bu çift karakterli cevabının İslamcılık akımına da bir cevap verdiğini teslim etmekten kendimizi alamıyoruz. Said Halim Paşa, daha Osmanlı’nın yıkılmadığı tarihlerde Müslüman toplumların milliyetler halinde yeniden teşkilatlanması gerektiğine, İslam’da milliyetlerin inkarına çıkacak bir görüşe yol verilmediğine işaret etmiş görünüyor. Bu işaret, İslamcılığın tezlerinden de, sonraki yıllardaki zihnî yaklaşımlarından da farklıdır. Paşa, bir suikast sonucu şehit edilir, fikri na tamam kalır.
Türkiye’de iki dilli bir millet perspektifi vardır. Geçmişte Osmanlıca (dil) ve İslam (din) Anadolu’da yaşayan insanları “tek millet” yapmayı mümkün kılmaktaydı. Anadolu, bu iki dil öbeğine mensup Müslümanların ortak vatanıdır. Tarihsel müesseselerimiz, İslami esaslardan ve İslami telakkilerimizden doğmuş kurumlarımız, mahallelerimiz, birlikteliğimiz, bayramlarımız, ekmek su paylaşmışlığımız vardır. İslamcılık, Türklüğü, ırkçılığın ideolojisi kılarak Anadolu’da “millet” olmaya ve tarihe “medeniyet” halinde çıkmaya dair fırsatlarını kaybediyor. İslamcılık bir kategorizasyondur. Anadolu’ya has bir vizyon değildir. Halkın politikası olan Allah’a varmayı (bkz: http://www.etkinkulis.com/yazi/halkin-politikasi-2208.htm ), İslamlaşmayı, müslümanca sözün fertlerin sinesine varmasını, perdelemektedir. “İslamcı söylem (…) modern (… gelenekle irtibatları zayıflamış), modernleştirici (modernist), ideolojik (…) ve büyük ölçüde seküler bir söylemdir (…) ‘islamcı’ denilen gruplar tarafından değil çağdaş İslam dünyasının bütün fikir gruplarına mensup ‘mağlup bir neslin’ aydınlarınca inşa edilmiş ve sürdürülmüştür”(4). İslamlaşma, Anadolu’daki halkın kendi varoluşundan çıkacaktır. Dostoyevski’nin de söylediği gibi “Halkı olmayanın Tanrısı (Din) da yoktur”. İdeoloji değil, Allah’a inanan bir halk istiyorum.
Beni anlıyor olmana rağmen benimle (halkla) konuşmayı reddediyorsan, öğretmiyorsan, paylaşmıyorsan, sende “biz”de olmayan bir şey var demektir.
(1) ERİŞİRGİL Mehmet Emin, Bir Fikir Adamının Romanı: Ziya Gökalp, Remzi, 1984: 63
(2) ÇİTÇİ Selahattin, Dostoyevski'nin Eserlerinde Türklere ve İslama Bakış, Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi, 11 Spring 2010
(3) PAŞA Said Halim, Buhranlarımız, İz, 1991: 184- 5
(4) KARA İsmail, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, Dergah, 2008: 380
|