|
|
Sinan KARAKAŞ
Siverek il olmalı
|
|
|
|
|
Dersim: Derdimize halk ağlasın…
Reha RUHAVİOĞLU
[email protected] |
|
Uzun bayram ayrılığının sonunda niyetim, böyle bir başlangıçla gelmek değildi huzura. Ama elimde tuttuğum kitabın önsözündekiler daha önce benzer onlarca tanıklıklar dinleyip okumama rağmen beni Dersim 38’e bir kez daha götürdü. Kitabın başında yer alan birkaç tanıklığı sizinle paylaşacağım…
Gülizar Ana: (Bildiği tek Türkçe sözcük ‘’utuz sekiz’’olarak telaffuz ettiği “38” idi. 1996’da, 80 yaşında hayatını kaybetti.) Utuz sekiz zulum vi, adır vi, be bexti ye viye ekser ama ma qırkerdime vesnayme est me. Awaqe ma diya kes mevino. (38 zulümdü, ateşti, namertlikti, bizi kırdılar, yaktılar, astılar, sürdüler gittiler. Bizim gördüğümüzü hiç kimse görmesin. Bu acıyı ne dost görsün ne düşman.)
Seydali: (1993’te 77 yaşında hayata veda etti.) İnsanları kurşuna diziyorlardı, çok az insan kaldı, çok az insan garba sürüldü. Abdullah Paşa çok zalimdi, çok acımasızdı.(…) (Asker) Kasaturayı defalarca Yusuf’un göğsüne, karnına vurup çıkarıyordu. Hiç kimse bakamıyordu ama ibret olsun diye insanlara seyrettiriyorlardı. Süngüyü vurdukça Yusuf’tan su sesi gibi kan sesi geliyordu. Yusuf sesini çıkarmıyordu. Sadece akrabalarından, Keko’dan su istedi; Keko cesaret edemedi. Hiçbirimiz cesaret edemedik, kimse Yusuf’a su veremedi. Ve Yusuf son kez konuştu: “Ah Keko, bunların yaptığı değil; sizin bu haliniz bana daha çok acı veriyor.” Yusuf’tan duyduğumuz son sözler bunlardı. Yusuf ölmüştü. (…)
Emine Ana: (2008 yılında 84 yaşındaydı) Ben, babam ve küçük kardeşim ormana daha yakın olduğu için “daha güvenli olur, daha rahat kaçıp saklanırız” diye Robayik Köyü’ndeki akrabalarımızın yanına gidiyorduk. Köye yaklaştığımızda gördük ki köyün her tarafından dumanlar yükseliyor. Köy hala yanıyordu… Tepe bir yer vardı, yüksek bir yer, mezarlıktır orası, orada hamile bir kadını ağaca bağlamışlardı, karnını yarmışlardı, içindeki bebek dışarıya çıkmıştı… İkisi de ölmüştü. Bu vahşeti gözlerimle gördüm. Köyün içine doğru gittik, sağ kalan var mı diye bakıyorduk. Köyün tam ortasında harman yeri vardı, amcamın eşi yüzüstü yerde yatıyordu. Vurulmuştu, sırtında kurşun izleri vardı. Üç dört metre ötesinde 5 yaşında kızı da yine yüzükoyun şekilde yerde yatıyordu. Çoğu süngülerle öldürülmüştü, süngü ile kurşun izi belliydi, süngü izi geniş ve derin oluyordu. O köyden sadece baskın anında orda olmayan 3 kişi kurtulmuştu. (…) Her taraf aynıydı, Dersim yanıyordu. Aha bu Munzur ceset akıyordu, kan akıyordu. (…) Dersim ’in her yerinde kadınlar, kızlar tecavüze uğramamak için kendilerini kayalıklardan, uçurumlardan aşağıya atıyor, hayatlarına son veriyorlardı. (…) Bizim köyün ileri geleni Hasan Efendi idi. Ona da demişler, “Aile efradını topla, yanınıza sadece pahada ağır yükte hafif eşyalarınızı alın, sizi sürgüne yolluyoruz.” Hasan Efendi buna inanmıyordu, katledileceklerini biliyordu. Diğer köylerde yaşayan, evli kız kardeşleri de onunla gitmek istiyordu ama Hasan Efendi buna razı olmuyordu. Hasan Efendi [Kemal Kılıçdaroğlu’nun da mensubu olduğu, R.R.] Kureşan Aşireti’nin önde gelenlerindendi ama ne direnişçiydi ne de taraf, tek kurşun atmışlığı yoktu. Buna rağmen ailesiyle birlikte garba götürülme bahanesiyle yola çıkarılmış, Pertek’in Balişer Köyü’ne yakın bir derede topluca katledilmişlerdi.
“Nur talebesi” Malatyalı Yüzbaşı Şevki Bey: (Abdülkadir Badıllı, “Bediüzzaman Said-i Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayatı” adlı eserinde Yüzbaşı Şevki Bey’in ağzından aktarıyor.) Dersim İsyanı’nda isyan edenlerin bazılarıyla askerler harp ederken, diğer isyancılar yavaş yavaş geri çekilip dağın zirvesine doğru gitmişlerdi. Bizim askerler onlara ulaşamıyor ve bir şey yapamıyorlardı. Bu defa, herhalde gelen emirler mucibince, Hulusi Bey’e de verilen emirler gibi, geri dönüp ne kadar insan varsa, masum, çoluk-çocuk, ihtiyar demeden katletmeye başlamışlardı. Hatta hınçlarını alamayan bazı taburlar, topladıkları çoluk-çocuk, kadın-ihtiyar, bütün masumları büyük avlulu, etrafı surlu bir evin içine doldurmuş; tenekelerce gazyağı döküp ateşe vermişlerdi. Ateş içinde yükselen feryatlar ve çığlıklar ortasında, bir kadın kucağındaki bebeğini ateşte yanmaması için surun üstünden dışarıya fırlatmış; fakat bir yüzbaşı o bebeği süngüleyip surun üstünden tekrar ateşe atmıştı. Gözümle gördüm.
Hüseyin Gül: (2009’da 82 yaşındaydı) Askerler köylere gelip herkesi öldürüyorlardı. Asker bizim köyü, Demenan’ı yakıp yıktıktan sonra, kaçarak Kavun Köyü’ne gittik. Bunun üzerine askerler Kavun Köyü’ne gelip köylülere “Aranızda Demenanlılar var mı?” diye sordu. O gün köye gelen askerler, Demenan Aşireti’nden olan yaklaşık 40 kişiyi çocuk, kadın, yaşlı demeden kollarından bağlayıp topladı. Karanlık çökünce bizi Harçik Suyu kıyısında bulunan bir kayanın üzerine çıkardılar ve ağır makineli tüfeklerle kurşuna dizdiler. Ben de çenemden, sağ elimden ve sırtımdan yaralanmıştım. Yaralanınca yere düştüm ve ölmüş gibi davrandım. Askerler beni ve öldürdükleri diğer kişileri bacaklarımızdan tutup kayalık üzerinden suyun içine attılar. Suya düşünce boğulmamak için çok çırpındım, su beni 200 metre kadar sürükledi. Sonunda suyun ortasında bulunan bir kayaya takıldım. Kayanın üzerine çıktım ve belli bir süre bekledim. Çenemden akan kan nedeniyle üzerim kıpkırmızı olmuştu. O sırada silah sesleri gelmeye devam ediyordu. Suyun üzerinden durmaksızın cesetler akıyordu.(…) Sonra baktım ki bu yaralı kişi teyzemin oğlu, o da benim gibi o zaman 10 yaşındaydı. Çok kötü yaralanmıştı. Kurşun kafasından, göğsünden ve omzundan geçmişti. Belli bir süre ikimizde kayalığın üzerinde bekledik. Sonra kıyıya ulaşmak için tekrar suya girdik. Su bizi belli bir yere kadar sürükledikten sonra kıyıya vurduk. Bir söğüt ağacının dibine geçip orada sabahladık. 4 gün boyunca sadece su içtik, yemek bulamadık, zaten dördüncü gün öldü.
Bego Polat: (2009 yılında 82 yaşındaydı) O gün askerler köye gelip 30-40 kişiyi götürdüler. Bize “Sizi sürgüne göndereceğiz” dediler. Sürgüne götürdüklerini zannedip önlerine düştük. Harçik Suyu kenarında bulunan Taxtıkal mıntıkasına götürdüler. Karanlık çökmek üzereydi, karşımıza dört tane ağır makineli silah kurdular. Sonra hepimizi taramaya başladılar. Bu tarama sırasında yanımda annem, babam, iki kız kardeşim ve erkek kardeşim vardı. Ben o sırada elimi, kız kardeşimin başına koymuş tutuyordum. Kurşun kız kardeşimin başından geçti ve kafası parçalandı, benim de sağ elimin orta iki parmağı koptu, ben de bayılmıştım.
Dünya Ana: Gerçek gerçek, evliya evliya danışıyorum, geziyorum, ağıt yakıyorum. Kimsesiz kaldım, kimse yok. Derdime yanan yok. Rica ediyorum. Halk halka ağlasın. (…) Unutmayın. Öpüyorum ayağınızdan, elinizden, gözünüzden. Bunu unutmayın. Bu derdi unutmayın.
Cafer Solgun’un Timaş Yayınları’ndan çıkan “Dersim… Dersim…” isimli kitabını okumanızı tavsiye ederim…
|
|
23 Kasım 2010 - 00:33:09 |
|
|
Dolar |
|
|
1.480
|
1.490
|
|
Euro |
|
|
1.961 |
1.976 |
|
Sterlin |
|
|
2.300 |
2.345 |
|
Altın |
|
|
64.47 |
65.13 |
|
IMKB |
|
|
66060 |
|
|
|
|
|
|
Star TV'de Çarkıfelek programını sunarken yaptığı gafla Alevileri kızdıran ardından da programı yayından kaldırılan ünlü sunucu Mehmet Ali Erbil, ekranlara dönüyor. Erbil, kanalın yetkilileriyle bu akşam yemekte buluştu. |
|
|
|
|
Türkiye’de Latin harfleriyle ilk Kürtçe tefsir olan 'Nûra Qelban' (Kalplerin Nuru) yayınlandı. |
|
|
|
|
|
|