|
|
|
Kapının önünde bir not: 12 Eylül günü evden sakın çıkma! Yoksa...
Fatih ÇEKİRGE
[email protected] |
|
ŞIRNAK ’ta sabah uyananlar evlerinin önünde şöyle bir not bulurlar:
“12 Eylül günü sakın sandığa gitmeyin. Gidenler tespit edilip cezalandırılacaktır!”
Van Havalimanı’ndan şehir meydanına doğru giderken CHP Şırnak İl Başkanı Çınar Öktem aktardı bu tehdidi...
Kendi deyişiyle şöyle:
“Bugün Şırnak’ta, Hakkari’de oy kullanmaya gitmek kolay değil. Çünkü bildiri dağıttılar. Evinden çıkanlar tespit edilecek. O bildirilerden birisi de bende duruyor.”
Hemen ardından Hakkari’de seçim çalışmasına giden CHP Gençlik Kolları Başkanı Umut Tunç ekliyor:
- Hakkari’de bizim de elimize böyle bir bildiri geçti. “Sandığa giden cezalandırılacak” diyor.
Şırnak İl Başkanı’na soruyorum:
- Peki nasıl gidecek vatandaş?
- Zaten birçoğu gitmeyecek. Gitmek isteyenler de bu korkuyla gitmeyecek. Orada hayat kolay değil. Hele bizim gibi partilerin siyaset yapması çok zor. Bir tarafta PKK baskısı, diğer tarafta devlet.
CHP’nin 22 yaşındaki gençlik kolları başkanı Umut’un Hakkari’den aktardığı bu gerçeği, biz Ankara’daki ve İstanbul’daki “ihtiyar heyetleri” olarak ne kadar anlıyoruz bilemem.
Yani bizim dışımızdaki bu “gece yarısı gerçeği”ni...
Ve her gece bir korkuyla yatıp, her sabah bir başka tehdide uyanmanın ne olduğunu.
Bunları anlamasak da, görülen odur ki:
Silah eğer iki taraftaysa, sivil çözüm tek taraflı olamıyor.
Bu nedenle “sivil cesaret”in yalnızca Ankara’da gösterilmesi yetmiyor. Diyarbakır’da da gerekiyor o sivil cesaret.
Ama gösteremiyorlar işte. PKK’nın emir ve komuta zinciri BDP üzerinde bir konsey oluşturmuş. Çekip çeviriyor.
Mesela “demokratik boykot” çağrısını PKK, kapı önlerine bıraktığı bildirilerle “ölüm tehdidi”ne dönüştürüyor.
Bu nedenle Kürt siyaseti sivilleşemiyor.
Şimdi en önemli ayrıntıya geliyorum.
Son zamanlarda yaptıkları açıklamalardan anlıyorum ki:
Kürt siyaseti de sivilleşmek için Ankara’dan yardım istiyor. Çünkü bir yandan demokrasi nutukları atıp diğer yandan kapı önlerine tehdit mektubu bırakılmasını o da açıklayamıyor.
İşte asıl mesele de burada düğümleniyor.
Ankara kendi içindeki “siyasi çekişme” yüzünden bu cılız talebi yeterince algılayamıyor.
Bu yüzden Ankara’nın işi daha da zorlaşıyor. Çünkü bir yandan kendi sivilleşmesini sürdürecek. Diğer yandan Kürt siyasetinin sivilleşmesini sağlayacak.
Mesela Ahmet Türk ve arkadaşlarının topladığı Demokratik Kongre’nin PKK’nın silahlı gölgesinden kurtulmasını sağlayacak.
Buna karşılık Demokratik Kongre ve BDP de diyor ki:
“Benim gücüm yetmiyor. Gelin PKK’nın sivilleşmesini birlikte sağlayalım.”
Nasıl olacak bu? Zor değil mi?
Elbette zor.
Ama eğer Ankara, bu coğrafyanın başkentiyse;
Kendisini de, çevresini de yine Ankara’nın cesareti sivilleştirecektir.
Başka çare yoktur.
Ve eğer biz bu zorluğu önümüzdeki dönemde aşamazsak.
Başkalarının “hakem olmaya” çalışmasından korkarım.
İKİNCİ YAZI:
Mezar taşı soruşturması
DİCLE Üniversitesi öğrencisi Aydın Erdem Diyarbakır’da bir gösteri sırasında sırtından vurularak öldürüldü.
Aydın, kapatılan DTP’yi destekliyordu.
Öğrenciydi ve yerleşik düzeni ya da bir türlü yerleşemeyen düzeni protesto ediyordu.
Ve sırtından vurularak öldürülmüştü.
Babası mezar taşına şöyle yazdırmıştı.
“Fatiheykeli sergiyene şehid”
Türkçesi “Şehidin ruhuna el Fatiha”.
Taraf Gazetesi’nden öğrendiğimize göre mezar taşındaki bu yazı için soruşturma açıldı.
Soruşturma niye açıldı?
Kürtçe Fatiha için mi? Yoksa mezar taşına “şehit” yazıldığı için mi?
Ne için olursa olsun Aydın sırtından vurularak öldürülmüştü.
Baba diyor ki: “Benim oğlum devlete silah atarken vurulmadı. Sırtından vuruldu. Benim için şehittir.”
Ama mezar taşına soruşturma açılıyor.
Şu hale bir bakın;
Hayatın önümüze döşediği ağır ve acı taşları bırakıp mezar taşlarıyla uğraşıyoruz.
Bilmiyor muyuz ki:
Şehitlik bu dünyaya ait bir mertebe değildir.
Oysa bu dünyada kalan soru şudur:
- Aydın’ı kim vurdu?
Faili meçhuldür bu. Mezar taşı Kürtçe mi, Türkçe mi olmuş ne fark eder?
Siz mezar taşını değil, o genci mezara göndereni bulun yeter...
ÜÇÜNCÜ YAZI:
Hangi af ve kimin affı
KEMAL Kılıçdaroğlu Tunceli Meydanı’nda “toplumsal mutabakat ve af” dedi.
Başbakan Hürriyet’ten çok sert bir cevap verdi:
“Böyle bir genel affa karşı sadece biz değil, bütün Türkiye ayağa kalkar.”
Kılıçdaroğlu’nun açıklaması bir miting meydanı ölçeğinde kalmıştı.
Bu yüzden dönüş yolunda uçaktaki gazeteci arkadaşlarla şöyle demiştik:
“Acaba bu af meselesini biraz daha netleştirseniz. Kapsamı nedir? Mesela Öcalan bu kapsamda mıdır? Kimleri içeriyor? Toplumsal mutabakattan ne anlayacağız?”
Kılıçdaroğlu şu cevabı vermişti:
“Ben söyleyeceğimi söyledim. Şimdi bakalım Sayın Başbakan ne diyecek?”
Bu sırada Genel Başkan Yardımcısı Hakkı Süha Okay kısa bir açıklama yapma gereği duymuştu:
“Silahların bırakılması için böyle bir af olabilir. Ama elbette toplumsal mutabakat gerekir. Bu esastır.”
Aslında çok iyi biliyorum ki; böyle bir toplumsal mutabakat PKK’nın silah bırakması şartıyla oluşabilir. Hatta “dağdan indirme projesi”nin temelinde, silah bırakılması halinde üst düzey PKK yöneticilerinin üçüncü bir ülkeye gönderilmesi olasılığı da vardı.
Ve elbette suça karışmamış olanların silah bırakmaları halinde Türkiye’de siyaset yapabilme imkanı söz konusuydu.
Bu da örtülü bir af demekti.
Şimdi bakıyorum “af olayı” “şehit kanı” üzerinden başka bir tartışmaya doğru gidiyor.
Oysa Türkiye’nin ihtiyacı bu değildir. Bu nedenle Kılıçdaroğlu’nun “af kapsamı”nı açıklaması gerekiyor.
Eğer iktidar ve muhalefet bu bakışla ortak bir noktaya gelebilirse toplumsal mutabakat oluşur. Böylece düşmanlıklar, kan ve öfke üzerinden siyaset, yerini makul çözüm ve barış arayışına bırakabilir.
Bu af tartışması böyle bir fırsata dönüşebilir.
Yoksa “Analar ağlamasın” demek başka ne anlama gelebilir ki?
|
|
30 Ağustos 2010 - 07:49:43 |
|
|
Dolar |
|
|
1.516
|
1.526
|
|
Euro |
|
|
1.921 |
1.937 |
|
Sterlin |
|
|
2.337 |
2.380 |
|
Altın |
|
|
60.25 |
60.63 |
|
IMKB |
|
|
59443 |
|
|