- ANKARA’DAN A.G. SORUYOR: İslamcı geçmişiniz peşinizden gelecektir. Ben sizin sandık başına gittiğinizde “evet” diyeceğinize eminim.
- CEVAP VERİYORUM: Referandumda kutsal bir metin mi oylanıyor ki, sandık başına gidince “‘Hayır’ dersem imanım elden gider, ‘evet’ diyerek imanımı kurtarayım” duygusuna kapılayım? Bir ideolojinin esiri olan bugünkü yargı düzeni, Tayyip Erdoğan’ın esiri olunca “İslami” hale mi gelecek? “Yargı kimsenin esiri olmasın” diye “hayır” vermek daha hayırlı bir iş değil mi? Son söz: “Her şeyi gördüm/İçim rahat.” * * * - BALIKESİR’DEN K.S. SORUYOR: Hayır propagandası yaparak bütün değerlerinize sırt çevirdiğinizin farkında mısınız? - CEVAP VERİYORUM: Hangi değerlerime sırt çevirmiş oluyorum? Bu iktidarın oylamaya sunduğu Anayasa değişiklik metni, neden benim “bütün değerlerimin taşıyıcısı” olsun ki? “Daha iyi bir metin” talep etmek, değerlerime sırt çevirmek anlamına mı gelir, yoksa daha sağlam değerleri kucaklama çabası anlamına mı gelir? * * * - SAMSUN’DAN H.Y. SORUYOR: Egemenlere yaranmak için çırpınma Ahmet Hakan... Neden milletin yanında saf tutmuyorsun? - CEVAP VERİYORUM: Egemenler değişmedi mi? Dünün egemenlerinin yerini bugünkü egemenler almadı mı? O halde “egemenlere yaranmak” fiilinin daniskasını görmek için başka mecralara bakmak gerekmez mi? Milletin yanında saf tutmak için “millet”in de tarif edilmesi gerekmez mi? “hayır” oyu verecekler milletten sayılmıyor mu? Sadece “evet” oyu verenlerin yanında saf tutunca mı milletin yanında saf tutulmuş oluyor?
Yeni başlayanlar için Veysel Eroğlu
İŞİNE biraz fazla odaklanmış, çalışkan ve dürüst bir adamdır Çevre ve Orman Bakanı Veysel Bey... Eskiden daha halim selim, daha ihtirassız, daha mutedil idi. Fakat iktidarın bozan etkisinden o da nasibini aldı: Sivri çıkışlar, sadece kendini önemsemeler, muhterisliği gizlememeler, dikkat çekme çabaları falan. Ama hakkını yemeyelim: Demirel’den sonra “Barajlar kralı” lakabını en fazla hak eden isim odur... “Su” işini de gayet iyi bilir... * * * Ama sorun şuradadır: Kendisini “ihtisas” alanına o kadar kaptırmıştır ki, alanının dışında başka hayatlar ve değerler olduğunun farkında bile değildir. Bizans tarihini küçümser, Roma tarihini takmaz... “Hasankeyf’te bir numara yok” der... Arkeologları “boş işler yapan adamlar”, çevrecileri ise “gıcık tipler” olarak görür. Ona göre “sanatçı”, sadece kendi işini yapması gereken kişidir. Tarkan şarkı söyleyecektir, Veysel Bey baraj yapacaktır. Görev dağılımı yapılmıştır. Kimse kimsenin işine burnunu sokmayacaktır. “İhtisaslaşma” meselesini o kadar abartmıştır ki, sonuçta geldiği yer burasıdır. Aslında kötü biri değildir Veysel Bey... Samimiyetsiz falan da değildir. Sadece bilinçsizdir. “Uzmanlık neden bazen zararlıdır?”, “Uygarlıklar arasında neden ayrımcılık yapılmaması gerekir?”, “Sanatçılar neden politika yapmalıdır?” gibi konularda kurs alsa mesele çözülecektir. Hatta bu kadarına bile gerek yok, geceleri yatmadan önce roman okusa da toparlayabilir.
Yaşama sevincimi öldüren birkaç tip
- Kendi fikrini oluşturmadan önce “Kim ne diyor” diye etrafı kesen hesapçı tip. - Zerre kadar yeteneği olmadığı halde acıklı bir güldürme çabası içine giren tip. - Hasbelkader elde ettiği başarısını hazmedemediği için trip atan tip. - Bütün enerjisini işini iyi yapmak yerine makamını korumaya adayan tip. - Henüz star bile olamamışken starın da starı havası basan tip. - Cemaatçilik kaygısı nedeniyle haksızlık karşısında susan tip. - Arsız bir şımarıklığa sığınarak cehaleti ile övünen tip. - Kendi telefonu dinlendiğinde ortalığı ayağa kaldıran ama başkalarının telefonları dinlendiğinde suspus olan tip.
Kılıçdaroğlu için üç yeni kavram
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Saadet Partisi lideri Numan Kurtulmuş’un benzetmelerinden etkilenen bir isim... Mesela Kurtulmuş’un, “Harun gibi gelip Karun gibi gitmeyeceğim” cümlesini pek sevmişti. En son miting meydanlarında “Firavun” nitelemesini kullandığını öğrendim. Kemal Kılıçdaroğlu’na daha sistematik gitmesi ve bilinçli kullanım için küçük bir rehberlik yapalım ve üç kavram hakkında tüyo verelim: * * * - KARUN: Haksız mal edinenlerin ve hazineyi soyanların sembolü... - FİRAVUN: İktidarını zulüm üzerine kuranların sembolü... - BEL’AM: Haksız servet edinen Karunlara ve gücünü zulüm için kullanan Firavunlara dinden dayanak sağlayanların sembolü...
Kitaplığım ve ben
- Kitaplıkta hiç de iyi durmasalar da, sahaflardan aldığım yıpranmış kitaplar, her zaman gözbebeğimdir. - Ben de Orhan Pamuk gibi çok kitabım olmasıyla övünme dönemimi tamamladım. Artık eleyebiliyorum kitapları... Sayfasını çevirmeyeceğime inandığım kitapları, hınzır bir gülümseme ve muhteşem bir kararlılıkla çıkarıp atmaktan tuhaf bir haz alıyorum. - Başkalarının benden ve benim gibilerden hacıladıkları kitaplarla kendilerine kitaplık kurduklarını bilmem zerre kadar öfke yaratmıyor bende. Başkalarının kitaplıklarını kıskanma dönemini de geride bıraktım galiba... - Ansiklopedileri elden çıkarıyorum. Kişisel gelişim kitaplarının tümüne kırmızı kartı gösterdim. Şiir kitaplarıyla başım hiç hoş değil. Yeniyetme romancıların ilk romanlarına da fazla şans tanımıyorum... - Kitaplığımın başköşesinde ağırladığım kitaplar, her dönem değişiyor. Mesela şu sıralar “anı” kitapları, kitaplığın en mutena bölümünde ağırlanıyor. İmamın, celladın, ara dönem bürokratının, mimarın, generalin... Hiç fark etmiyor... Yeter ki anı olsun. - Kitaplığımı görüp de “Bunların hepsini okudunuz mu?” diye sorduklarında, dudaklarıma ironik bir kıvrım kondurup Enis Batur’dan ödünç aldığım cevabı yapıştırıyorum: “Bunlar okuduklarımın yarısı...”
İşkence arası namaz
TARAF Gazetesi’nde bir tanıkla yapılan röportajı okudum: Hanefi Avcı, 12 Eylül döneminde işkence yaparken namaz arası veriyormuş. Sadece Hanefi Avcı’nın günahı değildir bu... “İşkence yaparken namaz arası veren dindar polisler” olgusu, benim yabancım değildir. Çok hikâye dinledim bu konuda. Bir de kişisel tanıklığım var: ANAP döneminde Bursa’da “türban eylemi” yaparken gözaltına alınmıştık. Abdest almaktan dönen takunyalı bir polis, arkadaşlarımızdan birine feci bir tokat atmıştı. “Bize böyle yapıyorlarsa solculara ne yapıyorlardır” falan demiştik. * * * Her şeyi ama her şeyi anlarım ama dindar bir polisin işkence yapmasını anlayamam. Büyük bir insanlık suçu işlemek ile dindar olmak arasındaki uyumsuzluk sorununu nasıl çözüyorlardı acaba?