BAKIN şu sözler, Radikal Gazetesi yazarı Hasan Celal Güzel’e ait. Gazete, kendini “Demokrat” olarak tarif ediyor. Yazarı da kendine “Liberal” ve “Demokrat” diyen bir aydın. Artvin’de konuşuyor ve aynen şunları söylüyor: “Türkiye’de iki şeyi yapmak artık zor. Biri darbe, diğeri zamparalık. Hemen yakalıyorlar, yayınlıyorlar. Onun için çeteler çıkıyor ortaya. Ergenekon çetesi, bilmem ne çetesi. Ama onların da işi zor. Hangi komutan tuvalete gitti, onu bile izliyorlar artık.” Sözlerin havasından öyle anlaşılıyor ki, Hasan Celal Güzel anlattığı bu şeylerden çok mutlu. “Artık darbe yapmak zor” cümlesini çok iyi anlıyorum. Bundan dolayı ben de çok memnunum. Ama o cümleye “embedded” olarak giden ikinci cümlenin manasını anlamadım. “Bu ülkede artık zamparalık yapmak zor.” Cümlenin birinci bölümünün demokrasi açısından önemini kavradım da, ikincisinin “demokrasiyle” ilişkisini çözemedim. Ayrıca komutanların “tuvalete bile gittiğinde izlenmesi” olayının da demokrasiyle ilişkisini kuramadım. Hepimiz biliyoruz ki, sadece komutanlar değil, ülkenin bütün gazetecileri, aydınları, işadamları, hâkimleri savcıları, muhalif kim varsa izleniyor. Bunların özel hayatları bile dava dosyalarına konuyor. O zaman ülkenin bütün liberal ve demokrat geçinen aydınlarına soralım. Siz Hasan Celal Güzel’in büyük bir mutlulukla telaffuz ettiği sözlere katılıyor musunuz? Yani insanlara “zamparalık yapmanın” bile yasaklanması, tuvaletteyken bile izlenmesi, ülkemiz demokrasisi açısından mutluluk duyulacak bir gelişme midir? Demek ki, “darbe yapmak”la “zamparalık yapmak” arasında, demokrasi açısından hiç fark yokmuş. Demek ki “kamusal alan”la “özel alan ve mahremiyet” bu kadar iç içeymiş de bizim farkımız yokmuş. İster misiniz Ergenekon’un bilmem kaçıncı dalgasında, bir sabah ülkenin bütün “zamparaları” gözaltına alınsın? Yani çok merak ediyorum, bu sözler Güzel’in samimi duyguları mı, yoksa moda deyişle “belagat şehveti” mi? Daha doğrusu belagat şehvetine bulaşmış bir espri diyebilirsiniz. * * * Bir başka konu. Dünkü Cumhuriyet gazetesinde bir anma ilanı. 1979 yılında Ankara’da öldürülen Hakan Şenyuva’nın babası emekli General İ. Hakkı Şenyuva ve eşi gazeteye uzun bir ilan vermiş. İlanda, oğullarının katilinin yakalanamaması ve katillerin zamanaşımından yararlanmasına izin veren yargılama sistemi eleştiriliyor. Çok haklılar. Evladını kaybetmiş bir anne ve babanın bu çığlığını, 31 yıldır dinmeyen ıstırabını anlamamak mümkün değil. Ancak ilanda kullanılan şu ifadeye takıldım: “A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Öğrenci Derneği Başkanı iken 10 Haziran 1979 günü dış güçlerin beyin yıkaması sonucu yaratılan ‘Ülkücü çetelerce’ şehit edilişinin...” Şimdi ülkemizdeki manzaraya bir bakalım. “Solcu” bir öğrenci “ülkücü” bir öğrenci tarafından öldürülünce, yakınları onu “şehit” olarak görüyor. “Ülkücü” bir öğrenci solcu bir öğrenci tarafından öldürülünce, onun yakınları da kendisine “şehit” gözüyle bakıyor. Ya “İslamcı” kesim? Onlar da Mavi Marmara’da öldürülenlere “şehit” diyor. Demek ki herkesin kendine ait bir “savaşı” var ve bu savaşların hepsi bu ülkenin sınırları içinde oluyor. * * * 12 Eylül öncesi sağcılar solcuları, solcular sağcıları öldürdü. Sokaklarda öldürülen sendikacıların, öğretim üyelerinin, işadamlarının, gazetecilerin bir bölümü sağcı, bir bölümü solcuydu. Eğer 30 yıl önce yaşadığımız bu trajediyi bir savaş olarak görüyorsak, o zaman artık barış zamanı geldi. Bana göre o çocuklar, arkadaşlarımız o dönemde katledildi. Öldürüldü. Ve emin olun, onlar için bu “katledildi” ifadesini kullanmak, işin vahametini “şehit” kelimesinden çok daha iyi açıklıyor. Çünkü öldürülenlerin bir bölümünün, bırakın savaşı, radikal bir düşüncesi bile yoktu...