Marks’ın İngiltere Hindistan’ı işgal ettiğinde “İngiltere Hindistan’a uygarlık götürdü” dediğini biliyoruz. “İngilizler, yerli toplulukları parçalayarak, yerli sanayiin kökünü kazıyarak ve yerli toplumda büyük ve yüce olan ne varsa yerle bir ederek bu uygarlığı yıktılar. Bunların Hindistan’daki egemenliklerinin tarih sayfaları, bu yıkımın ötesinde pek başka bir şey kaydetmiyor. Yenileme işi bu yıkıntı yığını arasından zar zor seçilebiliyor. Ama gene de başlamıştır” (Marx, Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları, Seçme Yapıtlar içinde, Sol, c.1, s: 598).
Bu tavır şunu gösteriyor: Modernizm önce eski uygarlıkları otoriter yöntemlerle yok ediyor ve sonra eski geleneklere bağlı halk modernleşmeye uğruyor; batının eşya ve kültürünü kendiliğinden talep edecek duruma geliyor. İbn Haldun’un dediği gibi “mağluplar galipleri taklit ederler”. Marksizm’in teorisi, proleteryanın burjuvalaşması üzerine, söylem gücünü kaybetti. Türkiye’de gerçek anlamda “proleter” bir sınıfın doğuşu, köylülüğün tarımdaki endüstrileşmeye dayalı olarak zayıflatıldığı 1950- 60 dönemine mahsus bir olgudur. Tarımda traktörün kullanılmaya başlamasıyla köyler çözüldü ve o dönemde şehir özelliği gösteren yerleşimler “kentleşti”. Mübeccel Kıray, kırdaki değişimi şöyle tasvir etmişti: “Elli dönümden daha az toprağı olan köylüler genellikle göçmenlere katıldılar (…) Makinalaşmanın yani tohum türlerinin ve başka tarımsal ekonomik gelişmelerin girişiyle, ortakçılar kısa sürede kendilerini (…) çiftlik işlerinde çalışan ücretli tarım işçisi konumunda buldular. Tarımda ücretli işçi olarak çalışacak işi bile bulamayanlar kentlere göç ettiler, (…) proleterya rezervlerine katıldılar ve (…) gecekondu bölgelerinde yaşamaya başladılar.” (Mübeccel Kıray, Toplumsal Yapı Toplumsal Değişme, Bağlam Yayınları, 1999:149). Ne var ki, Türkiye’de köyden kente göç, beklendiği gibi “işçi sınıfı mücadelesini” tetiklemedi. Bunun nedeni, 1961’de Türk işçisinin, “İş Gücü Alımı Anlaşması” ile Almanya’ya kalıcı anlamda göç etmesi idi. Ayrıca kent varoşları köylüler için işgal alanlarıydı. Avrupa’da kırdan çözülen nüfusun hiç bulamayacağı bir rant vardı.. Sol mücadelenin işçi değil gençlik hareketi olması bundandır. Ayrıca Türkiye’nin 1960’lı yıllardan beridir sürdürdüğü Avrupa Birliği Hukuku ile Uyum süreci, Türk işçisini Avrupa’da kazanılmış işçi hakları ile donattı. Türk işçisi, Marks’ın “Kapital” adlı kitabında anlattığı türden bir istismara tarihinin hiç bir döneminde uğramadı ve bu anlamda da hak mücadelesi vermedi. “Yaşam tarzları korkunç bir ahlaksızlık kaynağıdır (…) erkekler, oğlanlar ve kızlar çoğu zaman iki, bazen da üç odalı havasız kulübelerde hep bir arada, yerlerde yatarlar (…) Genç kızları böylesine bir işte çalıştıran bu sistemin en büyük kötülüğü, bunları, ta çocukluklarından başlayarak daha sonraki bütün yaşamları boyunca sürecek bir ahlaksızlık zincirine bağlamasıdır (…) Çocukluk yaşlarından başlayarak bütün bu sınıf arasında aşırı içki düşkünlüğü pek doğaldır” (Marx, Kapital, Sol, c:1, 1978: 475) . “İngiltere’de kanallardaki teknelerin çekimi için at yerine hala şurada burada kadınlar kullanılır” (1978: 407) “İşçi sınıfının çocukları normal sayılan kırımdan yakayı kurtarabilirlerse seyrek de olsa 42 yıl yaşayabilir” (1978: 266). Bu, modernizasyonun boyutlarını gösteren bir örnek sayılabilir.
Bu nedenle 1960’lı yıllardan beri sürdürülen “sağ- sol” kavgası aslında bir modernleşme ve “kimlik kavgasıydı”. Türkiye’de “sol” kavramının muhtevasını dolduracak bir “sınıf” oluşmamıştır. Gerek “sağ” adına ve gerek “sol” adına mücadele eden kuşaklar, varoşlarda yığılmış ve bir şekilde iktidarı kullanmaya, bürokrasiyi etkilemeye çalışan aynı mahallenin insanlarıydı. Aynı ekonomik tabana ait olmalarına rağmen bir sokağın “sol” ve diğerinin “sağ” politik düşünceye aidiyetle birbiriyle çatışmasının başka bir izahı yok gibidir. Diğer yandan Türkiye’deki sendikal mücadelelere bakıldığında, işçi sınıfının en büyük müttefiki yine kapitalizm oldu. Türkiye’de kapitalizmin çelişkili olduğu ekonomik blok, sanıldığının aksine işçi değil köylü ve küçük esnaftı. Kapitalizm, Türkiye’nin modernleştirilmesi için elzem yolun köylünün kente çekilmesi olduğunun bilincindeydi. Köylünün köyü terk edip kentte gecekondular inşa etmesi ile modernleşme kitleselleştirildi. Araştıranlar, gazete arşivlerinde şöyle bir habere rastlayacaklar: “22 Aralık 1975: SSK’nın 16 işyerinde kendilerinin memur statüsüne alınmasını protesto eden işçiler direnişe geçti”. Haber yanlış değilse, işçiler işçi olmaktan yana dertli değiller. Türkiye’de sosyal güvenlik hukuku, kendi hesabına çalışan küçük cirolu kesimlerin (köylü ve esnafın) işletmelerinde işçi çalıştırmalarını zaman içinde imkânsız bırakan “haklar” getirmiştir. Nitekim 80’li yıllarda bakkallar ve 2000’li yıllarda da süpermarketler büyük kapitalistler karşısında tükenme noktasına geldiler. Oysa Türkiye’de köyden kente göçüp de “proleter” olmuş kesimlerin geçen elli yıllık süreçte orta sınıfa yükseldiği, Marksizm’in “zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok” diye nitelendirdiği kesime benzemediği bir vakıadır.
Türk Sol’u “işçi sınıfı mücadelesinin verildiği” bir tarihi de yaşamadı. “Yukardan aşağı modernleşme” tezleri “sol” adına ileri sürülmüştür. Sanılmıştır ki, bir toplumun modernleştirilmesi için batılılaşmayı mümkün kılan yenilikler halka zorla kabul ettirilmelidir. Mümtaz Turhan’ın çalışmalarından anlıyoruz ki, ikinci bir modernleştirme metodu daha vardır. Turhan, Batı toplumlarının kılık kıyafetini, yaşayış tarzlarını, sosyal kurumlarını taklit etmekle kendi toplum yapımızı sarstığımızı düşünüyor ve inkılâpçılardan ayrışıyordu. O’na göre “Batı, bugünkü bilimin İslam medeniyetindeki köklerine bağlanmakla bir kültür değişmesi yapmıştı, medeniyetini değiştirmemişti. Onlar, İslam medeniyeti dairesindeki toplumların ne inançlarını ne aile yapısını ne yaşayış tarzını aldılar. Sadece bir düşünme tekniği olarak o günkü durumuyla bilimi aldılar. Şimdi biz de, tarihi bir takım şartların duraklattığı bilimi, bugün Batı’da eriştiği noktada almak ve topluma yerleştirmek istiyoruz. Bunu yapabilmek için ne Batı medeniyetinin inanç temelini ve ahlâk nizamını almak ne de o medeniyet dairesindeki toplumların yaşayış tarzını benimsemek zorundayız” (Yılmaz Özakpınar, Kültür Değişmeleri ve Batılılaşma Meselesi, TDV, 1999: 200).
Demek ki “sol” devrimci bir tarz geliştirmekle beraber aslında gelenekle çatışmalı bir modernizasyon projesi olarak tanımlanabilir. Tepeden dayatmacı, otoriter bir modernleştirme tecrübesi taşıyor. Oysa küreselleşme ve göç, Müslüman halkların modernleşme tecrübesini içsel hale getirmekte, dış kaynaklı değil içsel bir talebe dönüştürmekte ve moderniteyi çatışmalı bir biçimde yerlileştirmektedir. Ancak Turhan’ın öngörmediği biçimde geleneksel protipleri de melezleştirmektedir. Nilüfer Göle, Turhan’ın söylediklerini bir başka şekilde yeniler görünmekte: “Günümüzün İslamcılığı, bu çatışmalı yerlileşme sürecini yansıtan bir belirtidir. Tarih içinde Müslüman halkların modern tecrübeye alıştıkları bir dönemde, İslam yeniden ve güçlü bir şekilde gündeme gelmektedir (…) İslamcılık, eylemlerinde dinsel dağarcığa dayansa da, dinsel geleneklere sadık değildir (…) çeşitli gelenekler, kültürler ve mezhepler arasında bir tür bağdaştırmacılık gerçekleştirir (…) İslamcı mühendisler ve örtünen öğrenciler saf olmayan, melez, kırma bir özellik gösteriyorlar (…) Yeni bir kolektif Müslüman tahayyülü kullanıyorlar (…) küreselleşen şey, işte bu yeni kolektif muhayyiledir” (Nilüfer Göle, İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa, Metis, 2008: 88- 90).
Türkiye’de “geleneksel İslam’ı” yaşayan toplum kesimlerinin modernite ile iki siyaset biçimi vesilesiyle karşılaştığını vurguladık. Bunlardan birinin didaktik ve devrimci olması (modernizasyon) onu yanlış bir tanımlama olarak “sol” kavramıyla ifadelenmesine sebebiyet vermiştir. Diğeri de modernleşme talebidir ve “sağ” siyaset halinde temayüz etti. Batının uygarlaştırıcı değerlerini savunan aracılar olarak Batılıya benzeyen sol ve mütercim kültür, kapitalizmden öte bir politik toplum kuramamaktadır. Muhafazakâr kesimlerin modernleşme talepleri de “yerliliği” batılılaştırmaktadır. Türkiye’de “cemaatçi yerliliğin” ortaya çıkabilmesi için “Ahilik” ve “Dirlik” kavramlarına yaslanan bir İslam algısına sahip toplulukların/ köy ve esnaf birliklerinin uyanması gerekir. Kimbilir belki de uyanan “er kişi” bu uzun yolu yürüyecektir.
Birileri arkanızdan konuşuyorsa, onlardan öndesiniz demektir. ANTON ÇEHOV
Dolar
1.537
1.547
Euro
2.026
2.041
Sterlin
2.375
2.420
Altın
67.92
68.36
IMKB
63524
'Dönem değişti diye ben de değişecek değilim'...
Single ve gelecek projelerini konuşmak üzere buluştuğumuzda fark ettik ki yıllar
bile değiştirmeye yetmemiş ünlü sanatçıyı. Hâlâ yakışıklı, naif, gözlerinin içi
gülüyor konuşurken. Duyguları alınmış gibi görünse de sinirleniyor, üzülüyor
yeri geliyor çıldırdığı anlar da oluyormuş. Ama asaletli duruşunun torunlarını
severken bozulduğunu da itiraf ediyor Erol Evgin.
OTTAWA- Kuzey Amerika'da 21 Aralık gündönümü bu yıl Ay tutulması ile aynı zamana
denk düşecek.
Madenlerde işçi statüsünde çalışamayan kadınların, ''Madenlerde kadınlar uğursuz
kabul edilir, o yüzden kadın maden mühendislerine sıcak bakılmaz'' anlayışının
da etkisiyle mühendislik hizmetlerinde de işverenler tarafından tercih edilmiyor.
Kategoriler
HaBerTaraf
HaBertaraf Yayın Hizmetleri
Sahibi ve Genel Müdürü Rıfat YÖRÜK
Genel Yayın Yönetmeni Mevlüt PEKER (Kurucu)
www.habertaraf.com'da yayınlanan tüm materyalin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.