WikiLeaks belgelerinin de günah keçisi bulundu. Yandaşların ve Cemaat'in pompalamalarıyla bu sarsıcı belgeler sonunda bir 'İsrail komplosuna' indirgenmek üzere. Bu komployu tezgahlayan isim de bulundu:
Amerika'nın eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman. Yahudi kökleri olmasına rağmen dini bir fanatizmi olmayan, bu kimliğini her şeyin üstünde tutmayan bir diplomat oysa. Ama bu kadarı bile bizdeki yandaşların 'suçu' onun üzerine atmasına yetiyor.
Edelman'ın günah keçisi yapılması aslında onun Ankara'da görev yaptığı iki seneye dayanıyor. Bir Amerikan büyükelçisine göre çok kısa süre görevde kalan Edelman o yıllarda Başbakan'ın kendisine randevu vermemesiyle gündeme gelmişti.
WikiLeaks'teki yazışmalarından da AKP'ye eleştirel baktığını öğrendiğimiz, zaten o yıllarda da bu tavrını gizlemeyen Edelman randevu için altı ay bekletilmişti. Sonunda 'Unutmuşuz' gibi gayriciddi bir açıklama yapılmıştı. O sırada Erdoğan ABD gibi stratejik açıdan önemli bir ortakla görüşmezken nispet yapar gibi başka büyükelçilere sürekli randevu veriyordu. Peki ne oldu da Edelman'la AKP o yıllarda bu kadar gerildi? Dahası, yandaşların ve Cemaat'in bitmek bilmeyen Edelman düşmanlıklarının altında ne yatıyor?
Eric Edelman, Amerika'nın Ankara'ya göreve gönderdiği büyükelçiler arasında belki de en fazla 'erişimi' olan kişiydi. Ondan önceki ve sonraki büyükelçiler en fazla Dışişleri'ndeki bir üst düzeydeki müsteşarlara ulaşabilirken, Dick Cheney'nin ofisinden gelen Edelman'ın bağlantıları çok daha kuvvetliydi.
Bu açıdan aslında Türkiye'nin en çok işine gelebilecek büyükelçiydi. Aynı zamanda entelektüel bir isim Edelman. Cornell ve Yale'de tarih okumuş, doktora yapmış; araştıran, bilgili. Zaten yazışmalarında da analizlerinin, öngörülerinin ne derece isabetli olduğu anlaşılıyor. Ancak Edelman'dan ne Türkiye ne de Amerika tam anlamıyla verim sağlayabildi.
Edelman Ankara'ya gelirken kafasında AKP'ye ilişkin herhangi bir önyargı yoktu. Ancak Türkiye'de yükselen ciddi bir anti-Amerikanizm kampanyasının ortasına düşmüştü.
Ulusalcıların da dahil olduğu bu kampanya bir yandan 'Metal Fırtına' gibi kitaplarla destekleniyor, 'Mein Kampf' satışları yükseliyor, bir yandan da 'tezkere' meselesi kaşınıp duruyordu. Irak Savaşı toplumda bu damarın yükselmesine vesile olmuştu.
Edelman da dalgadan nasibini aldı. Daha gelmeden hakkında 'Neo-Con' ve 'Yahudi' diye propaganda başladı, e-mail zincirleriyle bu karalama kampanyası yayıldı.
Açıkçası, Edelman da beklendiği gibi AKP'ye Başbakan Erdoğan'a biat etmeyi tercih etmedi. Yüzleşmeyi, propagandalarla mücadele etmeyi tercih etti. AKP'nin Amerikan düşmanlığının yükselmesinde payı olduğunu düşünüyordu; katkısı olmasa da, azalması için pek çaba sarf etmiyordu ona göre hükümet.
Böyle böyle koptu ilişkiler... AKP'nin damarlarına işlemiş Yahudilere yönelik 'kuşkuculuk' Edelman'a karşı tavır alınmasını kolaylaştırdı. Ulusalcıların 'Her şey ABD'nin altından çıkıyor' propagandasıyla birleşince en nitelikli diplomatlardan biri Ankara'da iş yapamaz hale geldi.
Yerine atanan Ross Wilson ise Edelman'ın tam aksi şekilde hükümete sonuna kadar biat etti, ilişkiler yeniden düzeldi. Bugün de anlıyoruz ki Ankara ondan son derece memnun.
Edelman ABD'ye döndükten ve emekli olduktan sonra da Türkiye'yle ilişkisini kesmedi. Tarihe merakı ve entelektüel ilgisiyle bu ülkenin sürüklendiği yeri incelemeye devam etti. Çarpıklıklara, hukuksuzluklara, Ergenekon'daki doz aşımlarına itirazlarını yüksek sesle ve 'on the record' dillendirdi.
WikiLeaks belgelerinde sadece Türkiye'de değil, bütün dünya hükümetlerini zora sokacak bir sürü iddia dolu. Bu iddialar araştırılacak mı, bir çözüme varılacak mı bilmiyoruz henüz.
Ancak WikiLeaks'le mücadele yöntemi olarak Eric Edelman'ı hedefe oturtmak gibi kolay bir yöntem seçilmişe benziyor. Bundan daha iyisi yapılabilir gibi geliyor bana; bu kolaycılık biraz telaş kokuyor sanki.
Mahsun'un takkesi O takke düştü artık ve Mahsun Kırmızıgül'ün asıl niyeti anlaşıldı... 'New York'ta Beş Minare'nin oyuncusu Ali Sürmeli önceki gün rol modellerinin Fethullah Gülen olduğunu açıkladı. Böylece amatör bir çocuğun sinemacılık hevesi olarak değerlendirilmesi daha doğru olan filmin amacı da anlaşıldı... Biraz Cemaat'e yaran... Biraz ılımlı İslam sosu kat... Duyarlılıkları okşa, iktidara göz kırp...
Sonunda parsayı kap... Herkesi de bu oyuna alet et... Buna şark kurnazlığı değil de ne denir?
Hadi Türkiye'de beğeni çıtasının bu kadar düşmesine bir şey demeyelim... Hatta Mahsun Kırmızıgül'e 'sinemacı' denmesini de sineye çekelim... Ama bundan sonra ağzına Yılmaz Güney adını alırsa da susup sineye çekecek değiliz herhalde.
Bir Cem Uzan portresi Bayramda Paris'te Cem Uzan'la görüşen bir arkadaşı dehşet içinde anlatıyor: 'Yemek yedik, içki içtik, sonunda hesap geldi ve ikimiz de kredi kartımızı uzatıp hesabı paylaştık.'
Parası olmadığından ya da hesabı Cem Uzan'a yıkmak istediğinden anlatmıyor. Zaten o da zengin bir işadamı...
Daha evvel de Cem Uzan'ın evine yemeğe giden bir gazeteciden evinde Doluca şarap açtığını duymuştum. Doluca, elbette gurur duyduğumuz bir şarap markası. Ama Cem Uzan hep Petrus'la ya da benzer pahalı şaraplarla özdeşleşmemiş miydi?
Şimdi insanın aklında ister istemez 'Acaba Cem Uzan tasarruf mu yapmaya başladı' sorusu takılıyor... Sürgünde, o şaşaalı hayattan uzak mı? Keşke bu soruların cevabını pazar günkü Radikal'de görebilseydik... Zira kapak dahil olmak üzere dört sayfalık bir Cem Uzan portresi vardı gazetede. Ama içinde böyle yeni bilgilerin, dedikoduların yerine google'dan derlenmiş alelade bir portre bulduk...
İman, yetmiş küsur derecedir. En üstünü “Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur)” sözüdür, en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya da imandandır. HZ. MUHAMMED (S.A.V.)