|
|
|
|
|
|
|
Hürriyet |
Ahmet HAKAN
|
Ve Hilmi ve Orhan ve İsmet
|
|
|
Radikal |
Akif BEKİ
|
Beyazların sitesine AK Parti neden giremiyor?
|
|
|
Yeni Şafak |
Ali BAYRAMOĞLU
|
Türkiye nereye doğru gidiyor?
|
|
|
Zaman |
Ali BULAÇ
|
Hiç davet edilmemeliydi
|
|
|
Milliyet |
Aslı AYDINTAŞBAŞ
|
Naipaul cehaleti ve hassasiyet faşizmi
|
|
|
Radikal |
Cüneyt ÖZDEMİR
|
Biraz da emretme komutanım!
|
|
|
BUGÜN |
Doğu ERGİL
|
Başlarken
|
|
|
Sabah |
Emre AKÖZ
|
Âleme verir talkını, kendi yutar salkımı
|
|
|
Star |
Ergun BABAHAN
|
Asker, hizaya gel CHP sen de!
|
|
|
Posta |
Mehmet Ali BİRAND
|
Yahudi Lobisi sırt dönünce her şey değişti...
|
|
|
Star |
Mehmet ALTAN
|
İşte budur
|
|
|
Millî Gazete |
Mehmet Şevket EYGİ
|
Asıl kölelik şehevî çıplaklıktır
|
|
|
Zaman |
Mümtaz'er TÜRKÖNE
|
Generaller de insandır
|
|
|
Bugün |
Nuh GÖNÜLTAŞ
|
Ey siyasiler, Twitter tek yönlü iletişim ortamı değildir...
|
|
|
Akşam |
Oray EĞİN
|
Bir tecavüzcü olarak Hıncal Uluç
|
|
|
Yeni Şafak |
Osman ÖZSOY
|
Bir rica ve dilerim son defa...
|
|
|
Vatan |
Ruşen ÇAKIR
|
Erdoğan Lübnan’da niye bu kadar popüler?
|
|
|
Yeni Akit |
Serdar ARSEVEN
|
“Yandaş medya”dan korkuyor mu?..
|
|
|
|
|
|
Dün yine seyre daldım
Abdullah ÖTGÜN
|
|
Hani bir türkü var ya:
Gâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi
Gâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni”
diye. Ben de ara sıra öyle yapayım diyorum ama olmuyor. Birkaç sefer denedim, mantıksız geldi bana. Gökyüzüne çıktım, âlemi filan seyredemedim. Uçaktaydım çünkü. Hiçbir şey net görünmüyordu. Acaba tersi mi ki dedim, âlem mi beni seyrediyor dedim, yok. Âlem de beni seyredemiyordu, uçak çok hızlı gidiyordu.
En güzeli yeryüzünde yapmaktı ne yapacaksan. Eskiler doğru demiş: “ayağın yere basacak” derken.
Doğayı incelemeyi çok severim. Bir böcek görürüm, eğilirim dakikalarca, bazen saatlerce seyrederim onu. Kimi böcek rahat durmaz yerinde, kıpraşır, yürür gider. Haliyle ben de onu takip edeceğim diye sürünüyorum biraz.
Kimi böcek çok küçük oluyor ve çok yakından izlenmeyi gerektiriyor. Böyle olunca da yüzünüz toprağa sürtülüyor kimi durumda. Benim çok oldu şahsen yüzümün bu nedenle kanadığı. O zaman hak verdim dünyamıza “yeryüzü” diyen atalarımıza. Hakikaten de yiyordu yüzünüzü. Bir de öldükten sonra toprağın yüzümüzü çürüteceğini düşünürsek bu ismi verene hepten hak vermemiz gerekir.
Neyse efendim, dün gezime balık halinden başladım. Buraya niye balık hali demişler diye de düşünmeden edemedim. Herhalde o kıpır kıpır canlı, güzelim balıkların ne hale geldiğinin gösterildiği yer olduğu için öyle denmiştir diye düşündüm sonra.
Gözleri belermiş, pulları solarmış (solarmak, solaryum vasıtasıyla adamın rengini kaçırma sanatının icadından sonra ortaya çıkmış bir kelimedir), kısacası hayvanlar perişan. Balıkları bu hale getirmemek gerek diye düşündüm. Çünkü henüz çırpınan bir balık beddua ediyordu “bizi bu hale getirenler Allah’ından bulsunlar” diye. Sebze haline götürseler farklı olacaktı sanki durum.
Canım sıkıldı orda, gittim bahçeye, toprağın üstüne serildim güzelce. Derken bir solucanla kırkayak çıkageldi yanıma. Yakın akrabaydılar herhalde bu iki hayvan. İzledim ikisini de. Solucan, kırkayağı peşinden götürüyordu. Küçük bir deliğin yanına geldiler. Solucan delikten içeri kayıverdi. Kırkayak geçemedi, ayakları takıldı. Sonra çıktı dışarı solucan da. Kırkayağa dedi ki:
“Gördün mü arkadaş, gel inat etmekten vazgeç, kestir şu ayaklarını. Allah muhafaza, şimdi birisi seni kovalıyor olsaydı kaçıp kurtulamayacaktın bu delik vasıtasıyla”
“Haklısın abi, yürü gidelim. Çok acımayacak ama değil mi?” dedi kırkayak.
“yok, acımayacak” diye yeminler ederek götürdü solucan kırkayağı. Bir dükkâna vardılar ve içeri girdiler. Dükkân dediğim de toprağın altında bir oyuk. Sonrasını göremedim ben tabi ama sünnet olan çocukların bağırtılarına benzer feryatlar yükseliyordu içerden.
Yarım saat sonra filan dışarı iki tane solucan çıktı. Hayretler içerisinde kaldım. Solucanın biri diğerine “geçmiş olsun abi, hadi hayırlı olsun” diyordu. Demek ki ayaklarını kestiren kırkayakları biz solucan diye adlandırıyormuşuz farkında olmadan.
Kendi kendime hayıflandım “bunca yıl solucan diye bir hayvanı var zannettik” diye.
Derken, telefon çaldı. Arayan bir arkadaşımdı. “Çabuk gel dedim, sana çok önemli şeyler anlatacağım.” Geldi arkadaşım ve anlattım tüm bu gördüklerimi. Arkadaşım köyde yetiştiği için bu olaylara aşinaydı. Hiç şaşırmadı. Gerçek solucanla, ayağını kırktırarak sonradan solucan görünümü kazanan kırkayak solucan arasındaki farkı anlattı bana.
Solucanların bir özelliği vardır, bilir misiniz? Solucanı ortadan ikiye bölerseniz ölmüyor. Rejenerasyon (yenilenme) geçiriyor ve o iki parça da iki ayrı solucan oluyor. Ama sevinmeyin hemen, gerçek solucanın farkı bu değilmiş. Bu olay tüm solucanlarda varmış.
Gerçek solucanı ancak şöyle anlayabiliyormuşuz: solucanı alıp enine ikiye bölmeyecekmişiz ama, boydan boya, yani baş kısmından başlayıp kuyruğa kadar dikkatlice yaracakmışız ortadan. Hani enlemesine ikiye böldüğümüz solucanın iki parçası da canlı kalıyor da iki ayrı solucana dönüşüyordu ya, işte boylamasına böldüğümüz solucanda bu durum olmuyor.
Soldaki parça canlı kalıyor, sağdaki parça ise maalesef ölüyor. Zaten atalarımız bu yüzden solucan demişler bu hayvana. Anladınız dimi? Solu can, ama sağı can değil. Zaten atalarımız hiç boş konuşmamışlar nerdeyse.
Şaşırdım kaldım. Bunun elbet bir sebebi olmalıydı. Herhalde hayvanın kalbi sol tarafta, o yüzden sol kısım canlı kalıyor diye düşündüm.
Aklınızda bulunsun. Gerçek solucanla sahtesini ayırmanın tek yöntemi budur.
Hepinize doğayla iç içe hafta sonları diliyorum. Çocuklarınızı oyuncaklarla, bilgisayarlarla oyalamayın. Bırakın bahçede, toprakta oynasınlar.
|
|
25 Temmuz 2010 - 08:26:04 |
|
|
Dolar |
|
|
1.465
|
1.475
|
|
Euro |
|
|
1.959 |
1.974 |
|
Sterlin |
|
|
2.306 |
2.350 |
|
Altın |
|
|
64.69 |
65.24 |
|
IMKB |
|
|
67148 |
|
|