Çocuktum ülkücüydüm, Faruk Kurtbaş’ın ilk romanı. Bu roman, Anadolu çocuğunun çileli düşünsel yolculuğunun güzel bir örneği. Ama Türk sağına dair şimdiye kadar yazılan romanların tümünden farklı. Kurtbaş, karakterleri idealize etmemiş, aksine onları tüm doğallıkları; zaaf ve erdemleri, kırılma ve yanılsamaları ile ortaya koymuş. Ve ortaya da sürükleyici, harika bir roman çıkmış. Olaylar, olgular ve portreler; yazarın düşünce ve yazıdaki olgunluğu eşliğinde bir hüzün, bir neşe, bir kasvet, bir coşku yolculuğuna dönüşüyor. Kitap; İstanbul Üniversitesi Siyasal bilgiler fakültesi öğrencisi Cemal’in, kendisinden ve kendi penceresinden 80’li yılların ortalarından, 90’lı yılların ortalarına kadar olan bir süreçte yaşananları, 80 öncesi ülkücü karakterlerin izdüşümleri eşliğinde adeta tiyatral bir üslupta anlatıyor. Kurtbaş’ın romanı, Michel Tournier’in Kutsal Ruh adlı felsefi romanındaki bir ifadeye adeta nazire yapıyor. Tornier orada derki; “çünkü, gerçeğe yalnızca eylemimiz önem kazandırmakta.” Gerçekten(hakikatten), kesinlikle emin olan bir mantalitenin, eylemleriyle onu önemli kılma çabasının adı olsa gerek ülkücülük. Evet, bir de yazarın çok iyi betimlediği gibi, onlar bizim mahallenin erken büyümüş çocuklarının hüzünlü öyküsü. Karanlık köy gecelerinden, cin ve peri kızı hikayelerinden, kuran kurslarından, köye ulaşan “anarşik”lerden başlayıp, şehre, büyük şehre, oradan siyasal çelişkilere, ideolojik açmazlara, oradan yakın tarihe, uzak tarihe, dine, imana, felsefeye, büyük tahkiyelere, kırılmalara ve kendine dönüşe ulaşan bir serencamın öyküsü.
Kurtbaş’ın romanı, bence ülkücülüğe dair şimdiye kadar yazılanların ötesinde bir ilk olma özelliğine haiz. Şahsını tanımaktan büyük bir onur duyduğum yazar, Türk siyasal tarihi konusundaki vukufiyetini bilgece romanına yansıtmış. Yazarın bilgeliği, okuyucuyu bir ideolojinin kılcal damarlarında nefis bir renk yolculuğuna çıkarıyor. Yolculuk esnasında arka fonda okuyucuya; umutsuz gri, karanlık kurşuni, hazan sarılığı, zümrüt, turkuaz, yeşil, mavi renkler eşlik ediyor. Her bölümde, farklı bir renk ya da iç içe renkler ama değişmeyen bir hüzün müziği sizi sarmalıyor. Önyargıların çatırdadığı bir yolculuktan sonra, ‘kanın rengi gerçekten kırmızı mı?” diye sorabilirsiniz.
Roman, hayatın içinden gerçek portrelerin, kendi içlerinde ve çevrelerinde bulmaya çabaladıkları ‘anlam arayışı’nı göstermesi bakımından psikolojik tahlillerle harika bir derinlik içeriyor. Roman, İstanbul’un anaforlarla dolu dünyasında, bir yandan var olmak, ayakta kalmak, bir yandan davaya bağlı kalmak, bir yandan karnını doyurmak, öte yandan entelektüel ilgilerini geliştirmek şeklindeki maceranın, milliyetçi sağ gençlik insanının ruhu üzerinde oluşturduğu çizikleri gözler önüne seriyor. Kentin, çoğulcu yapısının ideolojinin sınırlarına ve satıhlarına yaptığı etkide roman boyunca hep ön plana çıkıyor. Kadın-erkek ilişkileri de en az ideoloji-insan ilişkisi kadar yalın bir şekilde gözler önüne serilmiş. Ülkücü hareketin içindeki evrimleler, farklı kişi ve kişilikler üzerinden anlatılmış. Siyasal islamcılığa, liberalizme, cemaat dindarlığına geçişler, bu süreçlerdeki diyaloglar da engin bir ruh haliyle anlatılmış romanda.
Romanın önemli kahramanlarından birisi olan Gökalp Solmaz, bir yerde, “bizim hikayemiz daha yazılmadı…, “bin dokuz yüz altmış, seksen arası henüz değerlendirilmedi” derken, bir başka yerde de “biz bu devleti devlete rağmen savunduk, öyle olduğu için de yığınla sopa yedik devlet babadan” der. Bu yargı, bizi zorunlu olarak, 20. Yüzyılın ilk yarısında imparatorluktan ulus devlete derin bir kırılma sonucu geçiş yapan bir toplumun genlerinde dolaşan büyük rüyaların kaynağına yönlendirir. Anadolu’nun köylerinde, kasabalarında, küçük kentlerinde doğup, ovalarında, yaylalarında koşan, dağlarının yamaçlarında koyun otlatan, her türlü mahrumiyete mahkum edilen fakir Türk çocuklarını büyük Turan ülküsüne sürükleyen saikleri romanda yakalamak mümkün ayrıca. Romanda ironik bir biçimde Cüneyt Arkın filmlerine atıfta bulunulması misak-ı milli sınırlarına sığmayan bir özgürlük arayışı mı? Devlete rağmen devleti savunan ve hiçbir zaman devlete küsmeyen bir yoldur ülkücülük. Belki de devlete küsseydi 80 sonrası Türkiye’sinin en önemli sivil toplum örgütü olurdu ülkücüler. Ama onlar devlete küsmediler. Bu kadar iyi niyetli olmanın, aslında onların ideallerindeki devletin yanında bu devletin belki de yardıma muhtaç bir himmet dede olmasından olabilir mi?
Enver Paşa’nın, Cemal ve Talat Paşaların ruhları, heyecan ve ülküleri de dolaşır sayfaların arasında. Ve Cemal bir gün oturur, Talat Paşa’ya manifesto gibi bir mektup yazar. Gültekin Kızıldeniz, 80 darbesi sonrası hapishanelerde yatan ülkücülerin halini gözler önüne seriyor. Durali Dede, Cevdet, solcu Selahattin hoca, Hakan Dağtanımaz… ilginç karakterlerle örülü bir dünyada yolculuk mümkün bu romanda. Darbe öncesi ve sonrasının köy realitesi kitapta harika bir sosyolojik analiz şeklinde karşımıza çıkıyor.
Kitap muhteşem bir sonla bitiyor. Yazar, aslında bu romanı yazarak büyük bir yükün altına girmiş. Çünkü, bu roman kesinlikle devamının yazılması gereken bir içeriğe sahip. Gençlik dönemi ülkücüsünün romanı bu. Okuyucu yazardan 2000’li yılların ülkücülerini/ülkücülüğünü yazmasını bekliyor şimdi. Başta da değindiğim gibi, romandaki dil konusunda çok şey söylenebilir. Unutulmamalı ki bu yazarın ilk romanı. Sanki konunun özgünlüğü zorunlu olarak kendine özgü bir dili zorunlu kılmış.
Pek çok konuda görüşlerimiz de farklılıklar olsa da, değerli dostum yazar Faruk Kurtbaş’ı bu yazın emeğinden dolayı tebrik ederim. Ve bu ülkenin suyu arayan çocuklarına salık veririm.
|