Charlie Chaplin öldüğünde otuzuma iyice yaklaşmıştım; yıl 1977. Birden şaşırdım: Ölümlerle karşılaşmama rağmen Şarlo'nun öleceğini düşünmemişim? Çağın en büyük sinemacılarından biri, ölümsüz bir güldürü ustası!..
Yıllardan 1957 mi, 1958 mi, neyse, hangi yılsa, Firuzağa İlkokulu'nun bana o zamanlar pek kocaman gelen alt kat teneffüshanesinde sinema perdesi kurulmuş, "Sinemacılar geldi!" denmiş, hepimiz aşağıya iniyoruz, basamaklardan birer ikişer atlayarak.
Ama ne sinema perdesi! En küçük esintide dalgalanıp duruyor. İskemlelere çöktük, her yer karardı, çarşaftan perdede Şarlo! Hayatımda ilk kez Şarlo! Daha ilk anda çarpılıp kalıyorum.
Elbette şapkası, ucu kıvrık, elbette çengelimsi bastonu, bol pantolonu. Gözleri, eskilerin deyişiyle fellik fellik aranıyor. Bir saniye durduğu yok bu sürmeli gözlerin. Bıyıklar takma mı, boyalı mı, sahici mi, anlayana aşk olsun...
Art arda küçük parodilerdi seyrettiklerimiz, siyah-beyaz. Siyah-beyaz da, lekeli, paslı âdeta, ikide birde kopar eski, çok eski filmler. Fakat Şarlo ve hüzünlü mizahı yepyeni!
Beni bunca etkileyen neydi? Herkes, bütün çocuklar gülüşüyorlardı. Ben gülmüyordum; gülmediğimi çok iyi hatırlıyorum, gülmek şöyle dursun, içim burkulmuştu.
Herkese iyilik etmek isteyen, oradan oraya yapayalnız savrulan bu tuhaf adamı sanki bir yerden tanıyordum ama nerden? Nerdenini bir türlü bulamıyordum. Zaten tuhaf adam maceradan maceraya o kadar hızlı gidip geliyordu ki, sorular sormak, soruları yanıtlamak imkânsızdı. Sessiz sinemanın örnekleri olmasına rağmen, kıpır kıpır Şarlo sanki sesler, gürültüler patırtılar kuşanmıştı.
Daha önce sinemaya gitmiştim. Çizgi filmler, siyah-beyaz yeni filmler, hatta renkli filmler görmüştüm. Hollywood'un 1950'lerdeki yıldızlarından büsbütün habersiz değildim: Güzel, çekici kadınlar, yakışıklı erkekler, sonra, fizikleriyle değil, sanatlarıyla sivrilmiş 'karakter oyuncuları'...
Ama Şarlo bambaşkaydı. Onda ne fizik açıdan, ne hikâyedeki rolü açısından herhangi bir üstünlük yoktu, hepimiz gibi de değildi. Kendisiydi, şaşkındı, yakın, ürkek. Çoğu kez dışlanmış ve yalnızdı. Şarlo bende öyle kaldı.
Yirminci yüzyılın hemen başlarında sinemada âdeta bir pandomimci, sözsüzoyuncu gibi saltanat kuran Şarlo, sessiz sinemadan sesli sinemaya geçişte, kimliğinden ve değerinden yitirmeyen sayılı yıldızdan biri olacaktı. Filmleri hiç eskimiyor olmalıydı ki, sessiz sinema zamanından kalanlar, işte, 1950'lerin sonunda bizim okulda gösteriliyor, bütün çocukların sevinçlerini ayaklandırıyordu...
Okulda başka filmler de seyrettik. Sesli sinemanın örnekleri, yerli sinemanın acıklı verimleri, hatta yine eski, unutulmayacak filmler, sinema klasikleri. Ama o Şarlo hüzünlü güldürüleri kadar hiçbiri etkilemedi beni.
Geçen yarım yüzyılda seyrettiklerim... Şimdi hangi filmini anmadan geçebilirim Şarlo'nun! Altına Hücum'daki müthiş yemek sahnesini mi? Gözyaşlarımı tutamadığım Sahne Işıkları'nı mı? Ondan da acıklı Şehir Işıkları'nı mı? Ya, dünyanın korkunç bir yıkıma sürüklendiğini bir kehanet gibi söyleyen Büyük Diktatör?! Ürperip kaldığım Mösyö Verdoux mu?
Bu eserlerde Charlie Chaplin'i ölümsüz kılan neydi diye sormayacağım, Şarlo'nun sanatı üzerine yazılmış bazı kitaplar okudum. Yazarlar onun, Büyük Diktatör dışta tutulursa, hemen hep hor görülmüş insanı irdelediğini belirtiyorlardı. Hor görülmüş, itelenip kakılmış, ama 'insanlığından' bir şey yitirmemiş...
Sadri Alışık'la Turist Ömer üzerine konuştuklarımızı hatırlıyorum. "Tesadüfen, kendiliğinden ortaya çıktı ama, Turist Ömer yüzünden Şarlo'yu sil baştan değerlendirmek zorunda kaldım" demişti. Vardığı sonuç aynıydı: Başkalarınca kalbi kırılıp da başkalarının kalbini kırmaktan korkmuş kişinin seyircideki derin etkisi...
"Çünkü" demişti, "üst-ast ilişkileri oldukça, her şey Şarlo!" Çevremizde olup bitenlere kaygılandıkça, Sadri Abi'nin sözünü yeniden-yeniden anıyorum.
|