|
|
 |
Pirenne tezi ve Madunların dönüşümü
Lütfi BERGEN
[email protected] |
|
Tunus ve Mısır’daki “halk hareketleri”nden sonra artık iyice anlayabiliyoruz ki Ortadoğu da İslamcılık “modern” ve hâlâ manipüle edilen (yönlendirilen) “bir ideoloji”dir. Konuya geçmeden önce, Henri Pirenne tezi adı verilen bir yaklaşımdan bahsetmek istiyorum. Pirenne tezine göre Avrupa feodalizminin kökeni İslam’dı. Batı’da uygarlığın tüm verimlerini Akdeniz ölçeğinde gören, yenilik olarak ne varsa Akdeniz’e hasreden bir düşünce geleneği var. Dolayısıyla Batı’nın Akdeniz’den kopuk yaşaması ve kendini var etmesi mümkün değildir. İslam 7. yüzyılda Akdeniz’de hakimiyet gösterince Akdenizli oldu ve Batı için vazgeçilemeyecek “öteki” haline geldi. “Antik gelenekten kopmanın nedeni, İslamiyetin beklenmeyen ve hızlı ilerlemesi olmuştur. Batı sıkışmıştır ve kendi içine kapalı olarak yaşamak zorunda kalmıştır. Ta başından beri ilk kez, tarihsel hayatın ekseni Akdeniz’den Kuzeye itilmiştir (…) Antik uygarlık, Akdeniz birliği üzerine kurulmuştu ve bu birlik sayesinde ticaret mümkün oluyordu. Ticaret para demekti ve bu para Roma Devletinin bürokrasisini ve profesyonel ordusunun sürekliliğini temin etmekteydi (…) yedinci yüzyılda bu Akdeniz birliğine ve ticarete İslamiyetin müdahalesi ‘kesin bir kopuş’ meydana getirdi. Ticaretin, ekonominin bu can damarının kesilmesi, iktisadi hayatın sadece ve yalnızca tarıma dayanmasına yol açtı. Charlemagne’nin önünde tek bir seçenek kalmıştı: Devleti ve orduyu bu yeni durum altında yeniden düzenlemek … Charlemagne bürokrasiye ve orduya mevacib mülk olarak toprak yani fief vermek zorundaydı. Feodalizmin ortaya çıkması böyle olmuştu (…) feodalizmi ortaya çıkaran temel neden İslamiyet idi” (Maurice DOBB , Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler, Belge Yayınları, 1992: 414 – 15). Avrupa’daki paradigma değişikliği Pirenne tarafından ifade edildiği üzre İslam “tehlikesi” karşısında savunma refleksiyle alınan tavırların doğrultusundadır. Doğal olarak, Akdeniz havzasında ilerleyen bir İslam karşısında tamamen yok olmaktansa, başkalaşarak ama “Avrupa”lı olarak varolarak devam seçeneği düşünülmüştü. Bu tezi güçlü kılan başka hadiseler var. Pirenne’ye göre İstanbul Akdeniz’in merkezidir. İslam (Türkler) İstanbul’u fethedince (1453) Avrupa bu teze uygun bir paradigma değişikliğine (yeniden) gitti ve bu kez Feodalizmden farklı bir ekonomi- politik geliştirdi. Dolayısıyla 1492 Reconquista hareketi İstanbul’un fethine verilen bir cevaptı. Avrupa Feodal toplum düzeninden emperyalist (kolonyalist) ve endüstriyel topluma Türkler’in Avrupa’ya girişinin neticesinde geçmek zorunda kaldı. İşin ilginci Avrupa kaşiflerinin elindeki haritaların ve kılavuzların Müslümanlara ait olmasıydı. Pirenne tezini haklı çıkaracak başka hadiseler de var. 1979 İran Devrimi, dünyada bir çok olayı tetikledi: Devrimin hemen ertesinde SSCB Afganistan’a girdi ve 1989’da Afganistan’dan çıktığında dünya artık çok değişmişti. Afganistan’da SSCB’nin yenilmesi 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasına ve 1991’de de SSCB’nin BDT halinde dağılmasına neden oldu. Şimdi benzeri bir durum var. Amerika’nın Irak’ta yenilmesi ve İsrail’in Ortadoğu’daki varlığının son Gazze saldırısı ile tartışılmasının hemen sonrasında Kuzey Afrika’da Müslüman toplumların yönetim şekillerinin değişmesi sancıları yaşanıyor. Dolayısıyla tarihi (ve belki gündemi) Pirenne tezinden hareketle okumak belli noktalara kadar bize bakış zenginliği sağlayabilir.
Müslüman toplumların içinde lokal grupların birbirlerine karşı değil ama Batı uygarlığının saldırganlığına karşı direnen maduniyet başkaldırılarının ne kadar güçlü olduğu bu tez üzerinden sergilenebilir.
Şimdi Tunus ve Mısır’daki “halk hareketleri”nin Batı tarafından yönlendirilmiş olması meselesine gelebiliriz. Avrupa sistem değişikliğine gittiği her dönemeçte İslamcı aktörleri de dönüştürmektedir. Örneğin 1492’de Anadolu’ya gelen burjuvalar Anadolu’da tımarın bozulmasına neden olacak şekilde kapitalist tavırlar geliştirdiler. SSCB’nin Afganistan’dan çıkışı oradaki direnişi Müslümanlar için model kılmadı. İran’ın “Ne Amerika ne Rusya” Üçüncü Yolculuğu Irak ile savaşa saplandı ve Şiî- Sünnî ayrışmasını muhafaza etti. Bahsettiğim bütün “sonuçlar” Müslüman aktörlerin birbirleriyle çatışması ile sonuçlandı. Şimdi de Kuzay Afrika’nın Müslüman toplum kuşağını bekleyen tehlike yeniden “dönüşme” riskidir. İslamcılar “din” dilini değil Marksist söylemlerin kavram stoklarını kullanıyorlar. Tüketim değerleri Batılı kalmaya devam ediyor. Modernlikten geri dönmeyi niyet ettikleri düşünülemez. Batılılaşmayı yabancılaşma halinde kavradıkları halde; evlenme yaşının büyümesi, kadın – erkek birlikteliklerinin yoğunlaşması, kadının sokağa inmesi, Batılı kent modellerinin yüceltilmesi, modern mesleki eğitimlerin olumlanması, köylülüğün inkarı, irfani/ sufi/ kanaatkar olmaya direnç gibi tavırlar üzerinde yürümektedirler. Günahkar olamadığı için (seks, alkol, suç) “devrimci” olan İslamcı akımlar yoksullaşma, değerlerin yitirilişi gibi yoksunluklar üzerinden “öfke” geliştirerek militanlaşmaktalar. Böylece “İslam Medeniyetine özgü yaşama biçimlerinden uzak bir iffet, erdem, ahlâk üretmektedirler” (Olivier ROY, Siyasal İslamın İflası, Metis, 1994: 84). İslam’ın toplumsal söylemler üzerinden okunması, Marksist (giderek Anarko- Sosyalist) modelleri ütopik bir İslam toplumunu idealleştirmeye yönelmektedir. Yoksulluk, aşağılanmışlık, marjinallik, vs. garibanlığı dayanışmacı bir ihkak-ı hak kimliğine götürmektedir. Ancak bu hedefi olmayan kimliktir. “Bu insanlar ne hedefliyor? İki ana hedefleri var gibi görünüyor: Birincisi toplumsal malların yeniden bölüşümü, yani (…) asgari hayat standardını temin için elzem (…) olanakların (kanunsuz yoldan ve doğrudan) elde edilmesidir. İkinci hedef, devletin dayattığı düzenlemeler, kurumlar ve disiplinden hem kültürel hem siyasal özerklik kazanmaktır. Gayrı resmi yaşamak, yetkilileri ve diğer modern kurumları karıştırmadan işlerini yürütmek, söz hakkından mahrumların en temel arzusudur (…) Bu gruplar, münferit ve sessiz saklı da olsa, kendi gereksinimlerini kendileri karşılamak için doğrudan harekete geçerler. Aslında bu insanlar, ne marjinaldir, ne de tamamıyla entegre olmuşlardır. Yoksullukları ve zayıflıkları, onları devletten ve modern kurumlardan özerklik aramaya iter. Müslüman Kardeşler, sivil toplumdaki toplumsal hareketlenmeyle bütünleşmişlerdi. Bu strateji, Müslüman Kardeşler’i, insanların gündelik hayatlarına katarak (…) kitlesel bir harekete dönüştürdü (…) Mısırlı seküler aydınlar, İslami bir çerçeveyi kabullendiler ve İslam’la moderniteyi uzlaştırmaya çalıştılar. Sonuç, sekülarizmi kurtarmaktansa, İslami uyanışı meşrulaştırmak oldu” (Asef BAYAT, Ortadoğu’da Maduniyet, İletişim, 2006).
Batı, Müslümanlarla çatıştığı her tarihsel dönemde ekonomik modelini değiştirmek ve dönüşüme uğramak zorunda kaldı. Buna mukabil İslamcılık da Batı için kesinlikle karşıt bir ideolojik yapılanma olamadı. İslamcılığın etkisi sokaklara ve yoksulların kente “sessiz tecavüz”lerine (terimi Asef BAYAT’tan aldım) yönelmektedir. Ortadoğu’yu belirleyecek siyasal iradeyi koymaya ne kültürel ve ne de somut ekonomi- politik teklifler geliştirmiş değiller. Alternatif gösteremedikleri oranda dönüşüyor, Batı modernliği ile çatışmayı göze alamayan melez kimlikler oluşturuyorlar.
|
|
29 Ocak 2011 - 10:33:10 |
|
|

Dolar |
|
|
1.594
|
1.604
|
|
Euro |
|
|
2.187 |
2.202 |
|
Sterlin |
|
|
2.525 |
2.570 |
|
Altın |
|
|
68.14 |
68.80 |
|
IMKB |
|
|
63278 |
|
|