Son yazımda, Türkiye’de birçoklarının en önemli mesele olarak gördükleri ‘başörtüsü’ ve ‘Güneydoğu’ sorunlarının, asıl ‘en önemli meselemiz’ olan (yahut benim açımdan öyle olan) ‘düşüncenin okullaşması’nın yanında ‘devede kulak’ gibi kalacağını ve bir sonraki yazıda bu konuyu ele almaya çalışacağımı ifade etmiştim. Şimdi bu terkip ile neyi kast ettiğimi, müsaadenizle izah etmeye çalışayım…
Efendim, bendeniz her türlü meselenin çözümünün sağlam bir düşünce temeline dayandığına inananlardanım. Bu, basit ifadeyle, ‘iman-amel’ (yahut ‘teori-pratik’) sorunsalından tutun da, ‘toplumsal değişim’ gibi ‘büyük’ meselelerin çözümüne varıncaya kadar hemen her konuda ‘temel’den hareket etmek gerekir demektir. Temel sağlam değilse, bina ayakta duramaz. Ya da uzun süre ayakta duramaz.
İşte bu basit ve temel neden dolayısıyla, başörtüsü ve Güneydoğu sorunu meselelerin (yani tali önemdeki sorunların) çözümlerinin, ‘asli’ bir sorunun çözümüne doğrudan bağlı olduğunu söylüyorum. Bu asli sorun halledilmedikçe, bulunacak ‘çözüm’lerin de esas itibarıyla işe yaramayacağını iddia ediyorum.
‘Düşüncenin Okullaşması’, asli sorunun çözümünde kritik bir dönemeci işaret ediyor. Bu dönemeçten geçilmedikçe, ‘asli’ sorunun nihai çözümü de mümkün olmayacaktır.
O halde önce, ‘asli’ sorunu tanımlayalım.
Bu ülkenin insanları, İslam dünyasına mensup diğer ülkelerin insanları gibi, uzun zamandır bir ‘kimlik sorunu’ yaşıyor. Bu sorunun temelinde, öncelikle, kendi asli değerlerinden uzaklaşmaları yatıyor. Modernite ya da ‘diğer batı düşünceleri’nin olumsuz etkileri, bu uzaklaşmanın gerçekleşmesinden sonradır. Yani Müslüman dünyasının halkları, kendi asli değerlerinden uzaklaşmamış olsalardı, modernite, bu insanlar üzerinde bu denli etkili olamazdı.
Dolayısıyla, sorunun kökeninde, bütün bir İslam dünyasının kendi değerlerinden uzaklaşmasının sonucu olarak içine girdiği ‘kimlik krizi’ vardır. Her ne kadar bu konuda özellikle de son yüzyılın ikinci yarısında hatırı sayılır ölçüde ‘olumlu’ gelişmeler olmuşsa da, bu kriz genel anlamda devam etmektedir.
Bu krizin çözümü, Müslümanların kendi ‘kimlikleri’nin ‘ne’liği üzerinde isabetli bir teşhiste bulunmalarıyla mümkündür.
Bu ise, bugünün dünyasında, artık ‘karşılaştırmalı’ bir şekilde yapılmalıdır.
Yani bugünün dünyasında Müslümanlar, öncelikle kendi kimliklerini kendi öz değer yargıları temelinde yeniden ‘bulmalı’ ve ardından da bu kimliğin doğrudan doğruya rakibi durumunda olan modernite ile hesaplaşmalıdırlar.
Sonunda da moderniteyi mağlup edebilmelidirler.
Bunun yolu, İslam’ı bir ‘ideolojik jargon’ ile ifade edebilmekten geçer.
‘İdeolojilerin öldüğü’nün ilan edildiği postmodern durumda, bu mümkün mü?
Hem de nasıl?!
Evet, ‘ideolojiler’ ölmüştür. Ancak bunlar Batılı ideolojilerdir.
Çünkü Batı ‘Akla Veda’ etmiştir. Bütün bir modern uygarlığın üzerine oturduğu ‘akıl’ temeli çökünce, bina da tabii ki uzun süre ayakta kalamayacaktır!
Postmodernite, aslında bu çöküşün ilanından başka bir şey değildir.
Peki bu vasatta Müslümanlar ne yapmalı? Burada artık ‘kritik dönemeç’ dediğim şeyden bahsedebiliriz.
Müslümanlar, yaklaşık olarak bir asırdır yeni bir ‘uyanış’ dönemi yaşıyorlar. Düşünüyor, tartışıyor, eleştiriyor ve bildikleri kadarıyla da bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Fakat bütün çabalar, bir noktada gelip tıkanıyor. Bir yerden ötesine geçilemiyor. Bunu ‘kitleleşememe’ yahut da ‘toplumsallaşamama’ olarak tanımlayabiliriz.
Naçizane kanaatim, kitleselleşememenin asli nedeni, İslam’ın gerektiği gibi bilinememesidir. Bu asli sorun nedeniyle, İslam, kitleler için ideolojik bir cazibe merkezi olamıyor. Olamıyor diyorum, çünkü bu iş, beşeri gayretle olur. İslam her ne kadar her çağ ve dönemde en ‘cazip’ din/ideoloji olsa da, bu özelliği hiç değişmese ve değişmeyecek olsa da, çağrı ‘ispatlı delil’ olarak kitlelerin önüne konulmadıkça, insanların İslam’a ‘fevc fevc’ gelmesini beklemek de hayalcilik olur.
İslam’ın gerektiği gibi bilinmesi meselesi ise, gerçekten ‘azim’ bir konudur. Birçok kurulu yapı için bu sözlerim belki kabulü zor gelebilir, ancak vakıa da budur.
Yani Müslümanların kitleleşememesinin nedeni, yine kendileridir. Kendilerindeki zaaflardır. Bu zaafların başında da ‘ilmi zaaf’ gelmektedir.
İşte ‘düşüncenin okullaşması’ terkibini bu noktada ele almaya başlayabiliriz.
Müslümanlar olarak, yaklaşık bir asırdır ‘olumlu’ bir düşünsel gelişim evresini yaşadığımızı söylemiştim. Ancak burada farklı bir şey daha söylüyorum ki o da şudur: evet, gelişim evresini yaşıyoruz ancak bu gelişim, kitleselleşmeyi sağlayacak düzeye ulaşamamıştır. Bendeniz bu düzeyi, ‘düşüncenin okullaşması’ olarak tanımlıyorum.
Bu düzeye gelince ne olur?
Düşünce okullaşmış, sistematik bir biçimde ifade edilmiş olur. Sistematik düşünce, kendi içinde tutarlı, ideolojik mahiyetli, orijinal İslami dile vukufiyet kesb etmiş, ‘özel’ bir düşüncedir. Kısaca bir ‘mektep’ tutarlılığı olan düşüncedir.
Burada kavramlar, merkezi ve tali olmak üzere tasnif edilmiştir. Merkezi kavramlar, tali kavramları belirler. Ve bütün bir yapı tutarlı bir bütünlük arz eder. Tıpkı bir ağ örgüsü gibi, her bir ilmek (kavram) ait olduğu yerdedir.
Bu sistematik yapının bir diğer özelliği de, her bir kavramın, rakip düşüncenin merkezi ve tali kavramlarıyla zıtlığı ve benzerliğinin vazıh bir biçimde gösterilmesidir. Özellikle de merkezi kavramların zıtlığı hayati önemi haizdir. Çünkü iki rakip ideoloji/din’in mukayesesinin en kestirme yoldan ve en isabetli biçimde yapılacağı nokta burasıdır.
Bu karşılaştırma doğru bir biçimde yapılmamışsa (ya da yapılamıyorsa), o çağrının kitleselleşmeyi sağlayacak ideolojik cazibe merkezi olması mümkün değildir.
Müslümanlar, işte bugün bunu yapamamaktadırlar. Müslümanların ‘ilm’ düzeyi, henüz bu işin ‘kamil mana’da yapılmasına yetmemektedir. Müslümanlar arasında, temel değerler noktasında bir çok aşamayı geçmiş pek çok kişi bulunmasına rağmen, ‘sistematik düşünce’ üretilememiştir. Bu üretilemediği için de, başarılar ‘kısmi’ olmakta, sonuç olarak da kitleleşme ve toplumsallaşma gerçekleşememektedir.
Benim bugünkü duruma dair naçizane tespitim budur.
Bu tespitimin doğruluğunu ispatlayacak yeterli örneğimin olduğuna da inanıyorum. Kanımca Müslümanların en aktif ve entelektüel kesimlerinin kullandığı dile bakıldığında bile, bu yetersizliğin birçok çarpıcı örneğiyle karşılaşmak mümkündür.
İşte size birkaçı:
“İslam bir ‘özgürlük’ manifestosudur”
“Müslüman önce ‘birey’ olmayı öğrenmelidir”
“Demokrasi ile İslam bağdaşır”
“Bilim dinle çatışmaz.”
Bu ve benzeri cümlelerin gayet rahatlıkla kullanılabiliyor olması, Müslümanların dilinin hala ‘savunmacı’ karakterli olduğunu göstermektedir.
Bu ise, tabiatıyla, Müslümanların ilmi düzeyinin, henüz okullaşmayı sağlayacak noktaya ulaşamadığını göstermektedir.
Yoksa İslam’ın bu ve benzeri tezlere vereceği/verdiği cevap elbette vardır ve bellidir. Sorun, belli olan bu cevabın fiilen ‘bilinmesi’ sorunudur.
Zamanında da Farabi ve İbni Sina gibi feylesoflar, Yunan düşüncesini popülerleştiren tezlerle o dönemin entelektüelleri üzerinde etkili olmuşlardı. Sorun o dönemde de aynıydı. Ama ne zamanki Müslüman kelamcılar içerisinden birisi (Gazali), sorunun çözümüne ilişkin doğru bir teşhis ve ilmi düzeyi yüksek bir eleştiride bulundu, o zaman İbni Sina ve Farabi’nin tezleri de eski cazibesini kaybetti ve zaman içinde takipçi bulmakta bile zorlandı.
Zaten “Hakk gelince batıl zail olur” ayetini biraz da böyle anlamak lazımdır. Yani batılın zail olması için Hakk’ın gelmesi gerekir. Hakkın gelmesi ise, fiilen (‘ispatlı’) olmalıdır. İddiada kalmamalıdır.
“Efendim, işte Kur’an var ya. Hakk gelmiş sayılmaz mı?” şeklinde yapılacak bir itirazın ise konuyla hiç ilgisi yoktur. Zira burada ‘gelmekten’ kasıt, batılın batıl oluşunu fiilen ispatlamaktır. Yoksa Kur’an’ı bir hazine olarak düşünecek olursak, onu toprağa gömdüğümüzde, hazine oluşundan bir şey kaybetmez ama dışarı çıkarılmadıkça da sonuçlarını göstermez. Zira onun sonuçlarını göstermesi, önce bulunmasına, sonra da ortaya çıkarılıp ondan yararlanılmasına bağlıdır. Bunu fiilen yapmanız gerekir. Bunu yapmadığınız halde, bir galibiyet yahut cazibe merkezi olma beklentisi içine girerseniz, o zaman Hz. Ömer’in “avucunuzu açıp boşuna gökten rızık inmesini beklemeyin” itabının muhatabı olursunuz.
O yüzden, bugün itibarıyla sorun, ‘büyük’tür. Halli de zordur.
Bu iş, dünden yarına çözülecek de değildir. Zaman alacaktır. Ancak önemli olan, teşhisin doğru olması ve doğru yerden başlamaktır.
Doğru yer neresidir?
Evet, bir ‘doğru yer’ var. Ancak yazı uzadı, onu da bir sonraki kelamı kibarda ele alalım inşallah …
|