Bugün Türkiye’nin en önemli meselesi nedir? Başörtüsü sorununun çözülememesi mi, yoksa Güneydoğu sorununa bir türlü hal çaresi bulunamaması mı?
İlk iki yazımda Türkiye’de pek çoklarının ‘en önemli mesele’ olarak gördükleri bu iki sorunla ilgili görüşlerimi dile getirmeye çalıştım.
Ancak bu yazımda benim ‘en önemli mesele’ olarak gördüğüm konuyu tartışmaya açacağım.
Birçoklarına göre aktüel politik gündemin bu iki maddesinin çözümüne ilişkin atılacak somut bir adım, Türkiye’de birçok konunun kendiliğinden hal yoluna girmesi için yeter de artar bile. Zaten AKP hükümeti de, o yüzden ‘açılım’ politikası ve YÖK Kanunu’nda değişiklik yapılması hususlarına özel önem atfediyor.
Gerçekten de bu iki konu, ‘toplumsal barış’ın sağlanması noktasında kritik öneme sahiptir. Fakat sorunu (hele ‘en önemli sorunu’) çözme noktasında bu ve benzeri sorunların çözümünün pek bir katkısı olmaz. Hatta bazı açılardan sorunun çözümünü geciktirici etkisi bile olabilir. Ama hemen ifade etmeliyim ki, bu ‘geciktirici etki’ meselesi bir başka yazının konusudur, onu burada tartışmak çok yararlı olmaz.
Neden bu iki önemli aktüel sorunun çözümü, ‘en önemli sorun’un çözümüne katkıda bulunmaz? Çünkü ‘en önemli sorun’ aktüel politik alanla doğrudan ilgili değildir de ondan.
Evet, Türkiye’nin (ve aslında bütün İslam Dünyası’nın) en önemli sorunu, bunlar değil, bir başkasıdır ve ben onu ‘düşüncenin okullaşamaması’ olarak tanımlıyorum.
Yani sorun, ideolojiktir.
Bu noktada küçük bir itirafta bulunmam gerekecek.
Habertaraf’ta yazdığım ilk iki yazının başlığı, malumunuz, “Başörtüsü Sorunu Çözülebilir mi?” ve “Güneydoğu Sorunu Çözülebilir mi?” idi. Bu iki başlığı, ta baştan bilinçli olarak seçtiğimi bilmenizi isterim! Bunu, tartışmayı bir an önce “Düşüncenin Okullaşması” noktasına getirebilmek için yaptım (beni bilenler, ‘sistematik’ yazmaya verdiğim önemi de bilirler!:)
“Bu iki başlıktan başka Türkiye’nin ‘önemli’ hiçbir sorunu yok mu?” diye itiraz edenleriniz olabilir.
Tabii ki var. Ama benim amacım başka. Ben konuyu derhal ‘en önemli sorun’ olarak gördüğüm hususa çekebilmek için, bunu baştan planladım.
Şimdi artık “Türkiye’nin en önemli sorunu başörtüsü meselesi değilmiş de neymiş?” veya “Türkiye’nin en önemli sorunu, Güneydoğu meselesi değilmiş de neymiş?” diyecek olanların dikkatlerini ‘en önemli sorun’ dediğim noktaya odaklamanın önünde bir engel kalmamış oluyor!
Türkiye’de (ya da İslam Dünyasında hatta bütün dünyada) en önemli sorun, modernitenin içine girdiği krizden sonra yaşanan ‘düşünsel anomi’ye çözüm bulunamamasıdır. Bir başka ifade ile bugün dünya bir ideolojik kriz hali yaşamaktadır. Post-modernizm zaten bu durumun, resmen tescili anlamına gelmektedir.
İçinde bulunduğumuz dönem, modernizm için ‘iflas’ı, İslam Dünyası için ise ‘fetret’ dönemini işaret etmektedir. İflasın sonu yıkım, fetretin sonu diriliştir.
Niçin modernizmin iflasından sonra, bir başka dünyanın değil de İslam Dünyası’nın fetret dönemi yaşadığından ve bu sürecin sonunun ‘diriliş’ olacağından söz ediyorum?
Çünkü bugün modernizme alternatif olabilecek bir başka ‘ideoloji’ henüz fiilen mevcut değildir.
Batı’nın kendi içinden ya da Uzakdoğu’dan ideolojik cazibe merkezi olabilecek bir sistematik düşünce çıkamaz. Batı, kendi iç dinamiklerini sonuna kadar tüketti. Doğu düşüncesi ise, mahiyeti itibarıyla böylesi bir potansiyelden yoksundur.
Geriye sadece İslam kalmaktadır.
Daha doğrusu, İslam’ın ilke ve kavramlarından doğacak bir ideoloji.
Bu ‘ideoloji’ elbette ‘beşeri’ bir prodüksiyon olacaktır. Yani hatadan ari olmayacaktır. Fakat eğer ortaya çıkacaksa da, diğer beşer ideolojilerinin tabi olduğu kuralları ve asgari kriterleri geçmek durumundadır. Eğer bu kriterleri karşılayabilecek düzeyde bir kavramlar koleksiyonu ve ‘dil’ üretebilirse, diğer beşeri ideolojilerin ulaştığı başarıdan kat kat fazla başarıya ulaşma şansı da vardır. Çünkü dini bir ideolojinin potansiyelleri, beşeri ideolojilerden (doğal olarak) daha fazladır. Dini ideolojinin bağlıları, beşeri ideolojilerin bağlılarından daha fazla olarak, bütün imkanlarını hatta hayatlarını bile ideolojileri (hadi siz ona ‘inançları’ deyin) uğruna feda edebilirler. Çünkü en başta, ‘hayat’ anlayışları bilinen zamanla kısıtlı değildir. Dolayısıyla beşeri mantık kuralları içerisinde dahi, dini ideolojiler, her zaman insani potansiyelleri ortaya çıkarma kudreti bakımından beşeri ideolojilerden daha başarılı olmuşlardır.
Peki İslam’dan bir ‘dini ideoloji’ üretilmesi mümkün müdür?
Kimilerinizin: “İslam, zaten başlı başına bir ideolojidir” dediğini duyar gibi oluyorum. Bu tez, esas itibarıyla doğru olmasına rağmen, ‘fiilen’ kanıtlanmaya muhtaçtır; bu da ayrı bir süreç işidir. Yani beşeri bir gayret, ceht işidir. O bakımdan, fiilen ispatı yapılmadıkça, beşeri düzlemde bu tezin reel yansımasını göremeyiz.
Nitekim Kur’an asırlardır orada durmasına rağmen, ilk orijinal dönemden sonra (özellikle de geçtiğimiz asırda) İslam’ın bir ‘ideolojik çerçeve’ içerisinde sunulması noktasında ciddi sıkıntılar olduğunu biliyoruz. Hatta bütün bir ‘tarihi’ bile bu zaviyeden okumayı mümkün görebiliriz.
Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak, İslam’ın her çağa hitap eden bir din/’ideoloji’ oluşu, ulema (alimler/bilenler) tarafından ispatlı bir şekilde gösterilmedikçe, yani İslam bir ‘ideoloji’ olarak insanlığa sunulmadıkça ‘çağrı’nın arzulanan yankıyı bulamamasına şaşmamak gerekir.
Peki bu nasıl gerçekleşecektir?
Naçizene önerim, “düşüncenin okullaşması sayesinde” şeklindedir.
Bununla neyi kast ediyorum?
Aslında patenti bendenize ait bir terkip olan ‘Düşüncenin Okullaşması’ konusunda söyleyeceklerim çok. Allah izin verirse, bunları dizi yazı şeklinde Habertaraf’ta yazmayı da düşünüyorum. Şimdilik ‘en önemli meselemiz’ olduğunu ihsas ettirecek kadarıyla ise şunları söyleyebilirim:
İslam Dünyası, geçtiğimiz asrın sonundan itibaren, siyasal planda dibi görmüşken, düşünsel planda bir Öze Dönüş sürecine girdi. Bu süreç yaklaşık bir asırdır devam ediyor. Düşünce başlarda eklektik ve ‘apolojetik’ (savunmacı) bir karakter taşıyorken, zamanla gelişti ve kimi ‘orijinal’ kavramlar da üretildi. Afgani-Abduh ile başlatabileceğimiz bu süreç, Kutup-Mevdudi ile bir ‘arınma’ ve ‘ıslah’ evresini yaşadı, Şeraiti ile de modernizmle yüzleşme denemesine girişti. Bu dönemin tipik özelliği, bir yandan moderniteye karşı dururken, öte yandan, kendi iç dinamiklerini kullanarak bir yeni ‘oluşum’ gerçekleştirmeye çalışmaktı. Doğal olarak, moderniteyle etkileşim, aynı zamanda bir de ‘etkilenme’ olgusunu ortaya çıkardı. Nitekim bu süreç içerisinde, düşünce, şu veya bu oranda modern etkilere açık oldu. Sekülarist, Modernist, Gelenekçi ve İslamcı şeklinde ana kategorilere ayırabileceğimiz gruplar bir şekilde etkilenmekten kendilerini kurtaramadılar. İslamcılık diyebileceğimiz akım, bu etkilenmişliğe en az maruz kalan yaklaşımı temsil etse de, onda da belirli düzeyde etkilenmenin olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim bugün bile birçok İslamcı’nın “İslam bir özgürlük manifestosudur”, “Müslüman önce birey olmayı öğrenmelidir”, “demokrasi İslam’la bağdaşır” tarzı bir söylemi kullanabilmesi, bunu göstermektedir. Ancak süreç, olumlu yönde işlemektedir ve böyle giderse de, zaman içerisinde ‘orijinal dile vukufiyeti’ kesb edebilecek bir düzeye ulaşılacak ve o noktada düşünce ‘sistematikleşecektir.’ İşte bu, Düşüncenin Okullaşması evresidir.
Kısaca özetlemeye çalıştığım bu terkip kavrama ilişkin daha fazla ayrıntıyı ileriki yazılarımda sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Şimdilik ‘en önemli meselemiz’in (Düşüncenin Okullaşması) ‘ne’ olduğunu sizinle hasbihal etmek istedim. Umuyorum ki, sizler de bu ‘mesele’nin (belki benim gibi yaşadığımız tarihsel evredeki ‘en önemli’ mesele olduğunu düşünmeyeceksiniz ama) en azından ‘önemli’ olduğunu teslim edersiniz.
Bir sonraki yazıda buluşmak ümidiyle…
|