|
|
 |
Sevgi hormonu
Gülay GÖKTÜRK
[email protected] |
|
"Bugün CHP-BDP ittifakı üzerine yazmak üzere masama oturdum ama 'yeni CHP' tarafından yapılan her açıklamanın üzerinden
24 saat geçmeden yalanlandığını düşünerek, bu konuda yorum yapmadan önce en az 24 saat beklemeye karar verdim" diye yazmıştım son yazımda.
İyi ki de öyle yapmışım. Yine üstünden bir gün geçmeden yalanlandı haber. Kılıçdaroğlu, tek başına iktidara doğru gittiklerini, kimseyle seçim ittifakı yapmak gibi bir niyetlerinin olmadığını söyledi. Süheyl Batum da söz konusu bayram ziyaretinde ittifaktan bahsetmediğini, sözlerinin çarpıtıldığını, hatta okuyunca "kanının donduğunu" söyleyince konu da şimdilik kapanmış oldu.
Böylece bana da birkaç gündür kafamda olan "siyaset dışı" bir konuyu yazmak için fırsat doğdu.
X x x
Bayramın kaçıncı günüydü hatırlamıyorum. Televizyonda kanallar arasında dolaşırken Balçicek İlter'in tartışma programına rastladım. Konu çocuk psikolojisi, çocuk eğitimi, annelik ve babalık rolleri, kardeşler arası sağlıklı ilişki ve benzeri idi. Ben açtığım sırada programın konuklarından biri olan bir profesör hanım, anne ve baba rollerini tarif ediyordu. Bu arada, herkes tarafından gayet kabul gören bir laf sürekli tekrarlanıp duruyordu ortalıkta: Sevgi hormonu...
Çocuk doğduğu andan itibaren annenin sistemine boca edilen ve çocuğunu sevmesini bir nev'i "garanti altına alan" bir hormon... Bir başka ifadeyle annelik sevgilik denen şeyin kimyası-fizyolojisi...
Programdaki profesörü dinlerken, "işte yine aynı hikâye" diye düşündüm acı acı... Vazgeçmiyorlar, pes etmiyorlar...
Anne-çocuk arasındaki "koşulsuz", "benzersiz" ve "ebedi" sevginin kaynakları hakkında çok tez üretildi şimdiye kadar. Bunların en yaygın ve en dayanıklı olanlarından biri, anneliğin bir içgüdü olduğu idi.
Annelik içgüdüsünün tartışmaya açılmasının üstünden yarım yüzyıldan fazla zaman geçti. Bugün "annelik içgüdüsü" lafı pek kullanılmıyor artık. Ancak terk edilen eski kavrama çok benzeyen başka bir annelik fikri süregeliyor: Annelik davranışlarının içgüdüsel olmadığı kabul ediliyor ama annenin çocuğu için duyduğu sevginin olağanüstü güçlü; evrensel ve benzersiz olduğu; bunun da ancak kadının doğasıyla (mesela sevgi hormonuyla) açıklanabileceği ileri sürülüyor. Evet, artık içgüdü yerine sevgi deniyor. Ama içgüdünün tüm özelliklerini artık sevgi taşıyor. Dolayısıyla sonuç değişmiyor.
Peki, neden önemli bu "annelik sevgisi" denen şey ve ben neden uğraşıyorum bu konuyla?
Çünkü bu mit kadının asli görevinin analık olduğu görüşünün de temel dayanağını teşkil ediyor.
Kadının doğası gereği çocuğa bağımlı olup asli görevinin analık olduğunu ve annenin çocuğuna karşı duyduğu sevginin çok özel ve benzersiz bir sevgi olduğunu savunanlar hep tarihi tanık gösteriyorlar.
Oysa tarih bunu her zaman doğrulamıyor. Tarih bize, en azından Avrupa'nın koskoca iki yüzyıl boyunca "annelik sevgisi" diye bir şey tanımadığını; 17. ve 18. yüzyıl boyunca özellikle Fransa'da bebeklerin çok büyük bir çoğunluğunun doğumdan hemen sonra evden uzaklaştırılıp ücretli sütannelere terk edildiğini; sayısız çocuğun annesini hiç tanımadan ölüp gittiğini; 4-5 yaşlarına kadar yaşayıp da eve tekrar dönecek kadar şanslı olanların da kısa bir süre sonra, 7-8 yaşlarında tekrar pansiyonlara ya da manastıra gönderilerek evden uzaklaştırıldığını anlatıyor. Elisabeth Badinter'in "Annelik Sevgisi" adlı araştırmasından, bu iki yüzyıl boyunca Avrupa'da çocuk hayatının ne kadar değersiz, çocuk ölümlerinin ne kadar sıradan ve annelik sevgisi denen şeyin ne kadar bilinmez bir şey olduğunu çarpıcı örnekleriyle öğreniyoruz. (Demek o zamanın kadınlarında bir hormon bozukluğu vardı.)
Derken, 18. yüzyılın sonlarıyla birlikte çocuk-kral'ın saltanatı başlıyor. 17. yüzyılın duygusuz kadını anaç bir tavuğa dönüşüyor. Rousseau'yu temel alan ve gelecekteki iki yüzyılda çizgileri
kalınlaşarak daha da belirginleşecek olacak olan bu yeni dönemde, annelik kutsal bir görev, kaçınılmaz olarak ızdırabı da içeren mutlu bir deneyimdir. Bir kadının yapabileceği en iyi, en soylu -ve aslında tek- şeydir... Devlet artık çocuğa sahip çıkmakta ve onu koruma ve kollama görevini anaya vermektedir.
Ancak, 20. yüzyılın son çeyreğine geldiğimizde, neredeyse iki yüzyıl boyunca hükmünü sürdüren analık miti'nde ve bu mit üzerine inşa edilen kutsal annelik sevgisinde derin yaralar açıldığını görüyoruz. 1960'ların '70'lerin öncü kadınları, önce annelik içgüdüsünü reddediyor, toplumdaki asli görevlerinin eş ve analık olarak tanımlanmasına karşı çıkıyor; bununla da yetinmeyip, sadece anneye özgü özel bir sevgi türüne de itiraz ediyorlar. "Annelik özel bir duygu değildir. Babalar da anne gibi sevebilir" diyorlar. Nitekim son yirmi-otuz yılda oldukça sık bir biçimde ortaya çıkan "anneleşen baba" örnekleri de bu iddiayı kanıtlıyor. Annelik miti ciddi biçimde sarsılıyor.
Ama bu mitin sarsılması, anne-çocuk arasındaki "koşulsuz", "benzersiz" ve "ebedi" sevginin sorgulanmaya başlanması, biz anneleri yeni, zor ama çok değerli bir arayışa sürüklüyor: Tanımsız bir sevgi arayışına... Sevginin, ana çocuk arasındaki doğal bağın çözülmesinden sonra da -borçluluk, minnet ve şefkat duygularını aşan bir biçimde- sürebilmesinin yolu, ilişkinin özgün ve seçilmiş bir ilişkiye dönüştürülmesi gibi görünüyor.
Eskisinden daha güç bir iş gerçekten de ne hormonal bir garantisi var, ne kutsanmış bir yanı, ne belli bir kalıbı ya da normu... Siz yaratacak, siz biçimlendirecek, siz besleyip büyüteceksiniz.
Öyle zor ki, bunu gözü yemeyenler değişik adlar altında mitlere sarılmaya devam ediyorlar.
|
|
20 Kasım 2010 - 10:39:58 |
|
|

Dolar |
|
|
1.437
|
1.447
|
|
Euro |
|
|
1.961 |
1.976 |
|
Sterlin |
|
|
2.280 |
2.320 |
|
Altın |
|
|
62.71 |
63.26 |
|
IMKB |
|
|
69998 |
|
|