HAZIRLAYAN: ALPER GÜRKAN
On Yıllık Bir Yalanla Yeniden Yüzleşmek
Bundan tam 10 yıl önce, yani 19 Aralık 2000 tarihinde Türkiye’nin bambaşka bir yüzü canlı canlı tüm dünyaya gösterilmişti: Yaklaşık 10 bin güvenlik görevlisiyle 20 cezaevine eş zamanlı bir operasyon düzenlendi o gün. “Hayata Dönüş” adı verilen bu operasyonda hazin ve ironik bir şekilde 32 kişi hayatını kaybetmişti.
Yetkililer ölen iki askeri ve 30 tutuklunun bir kısmını, diğer mahkûmların kaleşnikoflarla öldürdüğünü açıkladı… Televizyonlar ve gazeteler; içeriden askerlerin üzerine ateş açıldığından, mahkûmların kendilerini ve birbirilerini yaktıklarından, dışarıya Molotof kokteyli attıklarından bahsediyordular…
Ancak her şey olup bittikten sonra ortaya çıkan bilirkişi raporları bunları yalanladı ve bazı gazetecilerin de üzerine gittikleri gibi ortada devlet eliyle gerçekleştirilmiş bir katliam ve çok ciddi bir dezenformasyon (yanıltma amaçlı bilgi) süreci olduğu ortaya çıkarıldı: Otuz mahkumun haricinde öldürülen iki askerin içerden açılan ateşle değil diğer askerlerce vurulduğu belirlendi, öldürülen tutukluların otopsiden önce vücutlarının bıçakla oyularak mermi çekirdeklerinin çıkarıldığı anlaşıldı, kullanılan gaz bombalarının göz yaşartıcı değil öldürücü dozun üzerinde yakıcı kimyasal gaz olduğu açıklandı…
Bu operasyonla; Başbakan Bülent Ecevit, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun ile yazılı ve görsel medyanın yüklendiği dezenformasyon rolüyle nasıl bir iş organize ettikleri hatırlatılacak…

Bu yazı, 19 Aralık 2000 tarihinde gerçekleştirilen ve onlarca kişinin ölümü, yaralanması ve sakat kalmasıyla sona eren, bazılarınca “19 Aralık Katliamı” diye anılan “Hayata Dönüş” operasyonu hakkında hatırlatmalar ve kamuoyunun ilgisinden kaçırılan konuların ele alınması için hazırlandı.
Şayet, ölüm oruçlarının, açlık grevlerinin, F tipi cezaevlerinin gündemden hiç düşmediği günleri ve neticede yapılan “Hayata Dönüş” operasyonunu andıkça “devletimiz gereğini yapmıştır” diyorsanız ve o günlerde medyanın tüm yaşananları “olduğu gibi” aktardığına inanıyorsanız; o günleri tekrar hatırlamak ve yaşananların sorgulanabilme olanağı kazandığı bu günlerde bilgileri tazelemek gerektiğini hemen belirtmeliyiz…
19 Aralık 2000’de Ne oldu?
“Ekrandaki o görüntüyü hatırlıyor musunuz?
Hani genç bir kız, vücudunu dağlayan pençe pençe yanıklarla nakliye aracından inerken merhemden bir yüzün ardından haykırıyordu:
"- Diri diri yaktılar!.. Diri diri yaktılar!.."
Dehşete kapılmıştık ekran başında...
Kimdi yakan?
Görüntüleri yayımlayan kimi televizyonlar bu çığlığı "örgüt, arkadaşlarını yaktı" diye tercüme etmişti. Ertesi gün de pek çok gazetede bu yorumla verilmişti haber...
İşte o kızın fotoğrafı vardı Radikal'de geçen hafta... Yaşadığı dehşet gecesinin ateşten mührü, çehresinden silinmemişti henüz... İşin aslını şöyle anlatıyordu 24 yaşındaki Ebru Dinçer:
"- Tavandan üzerimize yakıcı bir madde döküldü. Vücudum alev almadı ama ani bir sıcaklık hissettim. Elimi başıma götürdüğümde derimin sıvı gibi eridiğini gördüm. Kafa derim, yüzüm, kollarım ve sırtım kavruldu."
Adalet Bakanı'nın operasyondan sonra yaptığı "Mahkûmların çoğu kendisini yakarak öldürdü" açıklamasının tersine, ölenlerin çoğunun kurşunlama, zehirlenme ve darp sonucu yaşamını yitirdiği belgeleniyor…”
Can Dündar, operasyonla ilgili olarak böyle yazıyordu…

Devletin, cezaevlerindeki siyasi mahkûmları F tipi cezaevlerine nakletmek istemesiyle başlatılan “Hayata Dönüş Operasyonu” öncesi, dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk kameralara “bu müdahalenin amacı insan hayatını kurtarmaktır” diyordu.
Acaba öyle mi olmuştu? Ve bu operasyon gerçekte neden yapılmıştı?
O günlerde Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü görevinde bulunan, sonrasında Yargıtay üyeliği yapan, 2004 yılında (Cemil Çiçek’in Adalet Bakanlığı döneminde) 'Devlet Üstün Hizmet Madalyası' verilen ve şimdilerde HSYK üyeliği yapmakta olan Ali Suat Ertosun’un da mimarları arasında bulunduğu F tipi cezaevleri o günlerde gündeme gelmişti.

Cezaevlerindeki hücre sisteminde örgütsel bağlantıların koparılması gayesiyle mahkûmların tecrit edilmesi amaçlandığı için buna tepki gösteren siyasi tutuklu ve hükümlüler, 20 Ekim 2000’de açlık grevine giriştiler. Müteakiben Kasımın 19’unda bir adım daha ileri gidip bunu ölüm orucuna çevirdiler. Bu durum; bu kişilerin mensup oldukları örgütlerin baskısı ve beyin yıkayıcılığının bir neticesi olarak dayatma olarak görülebileceği gibi bireysel bir tercih ve ölümcül bir protesto olarak da değerlendirilebilirdi.
Ama fikir özgürlüğü yine askıya alındı ve “bölünen” kamuoyunu “birleştirmek” amacındaki RTÜK, konu hakkında tutuklu ve hükümlüler lehine haber ve yorumlar için yayın yasağı getirdi. Aynı günlerde İstanbul DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) ölüm oruçları ve F tipi cezaevleri ve örgütler hakkında lehte yorumları “terör örgütüne yardım ve yataklık” olarak değerlendirmeye başladı.
Ve televizyonlarda, gazetelerde ve radyoda yapılan yayınları müteakip Alper Görmüş’ün ifadesiyle “medyanın kamuoyunda rıza yaratma” süreci tamamlandıktan sonra 19 Aralık’ta sabaha karşı düğmeye basıldı…
Bu dönemde de, hemen her dönemde olduğu gibi medyanın berbat bir sınav verişine şahit olduk. Ertesi gün “Hayat Güzeldir” (Milliyet-20.12.2000) gibi bir manşetle basının aymazlığını bir kez daha yineleyişi bunun bir örneği sayılabilir. Medya, onu harekete geçiren devletin kontrolünde ve yanındaydı…
Medyanın bu haline rağmen vicdan sahibi yazarlarından olmayı başaran Umur Talu’nun DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde gerçekleşen bu olayı “kökten bir devlet ve hükümet operasyonu” olarak tanımlaması da elbette boşuna değil.
Mesela Talu, bunca saptırmaya rağmen bu operasyon için, “Katliam; arkasında Ecevit, Bahçeli, Yılmaz’ın siyasi iradesi, Adalet Bakanı Türk ile Cezaevleri Müdürü Ertosun’un idari iradesi; Org. Kıvrıkoğlu, Org. Yalman ile çok sayıda subayın askeri, silahlı iradesi mevcuttu” diyor o döneme dair yazarken…

Yalanlar ve kamuoyunun ilgisinden kaçırılanlar…
Söz konusu günlerde, ölüm orucuna başlayan hükümlü ve tutuklular ile devlet arasında uzlaşma sağlamak amacıyla geliştirilen inisiyatifte birçok aydınla birlikte rol alan dönemin TBMM İnsan hakları alt komisyonu üyesi Prof.Dr. Mehmet Bekaroğlu da tıpkı Umur Talu gibi bir katliam yaşandığını vurguluyor Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinde.
Bekaroğlu’na göre profesyonel olmayan askerlerle girişilen bu iş, devletin -yüzüne gözüne bulaştırdığı bir icraat olmaktan çok daha fazla olarak örgütlere, sol kesime ve vatandaşa karşı girişilen- bir güç gösterisiydi çünkü.
"Operasyon öncesi haftalarca hazırlık yapıldı, görevliler eğitimliydi" diyen Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, jandarmanın uzun süre maketler üzerinde hazırlık yaptığını, hepsinin çok eğitimli olduklarını, görevlerini yasalara uygun yerine getirdiklerini savunuyordu. Ancak söz konusu operasyondaki görevliler çoğu savaş üstüne eğitilmiş olan ve profesyonel olmayan askerlerdi. Öyle ki bu askerler, kullandıkları silahların etkisinden bile bihaberdiler…

Nitekim daha sonra Adli Tıp raporunda tespit edildiği gibi mahkûm koğuşlarına atılan ve öldürücü dozda kullanılan onlarca bombanın etkin maddesinin 20 gramının 38 dakikada insanı öldürdüğü vurgulanarak üzerinde “İnsansız yere fırlatın” uyarısı bulunduğu ortaya çıktı. Patlayan onlarca gaz bombasının yanında 45 adet de patlamamış bomba bulunmuştu…
Operasyon esnasında vurularak öldürülen iki asker de “haftalarca hazırlık yaptığı iddia edilen” diğer askerlerin kurbanı olmuştu: Olayın hemen ertesinde Adalet Bakanı Türk’ün koğuşlar için "kalaşnikofla ateş ettiler" açıklaması ise yine Adli Tıp Kurumu’nca yalanlandı. Rapor'a göre, koğuşlardan ateş edilmemiş ve silahlı bir direniş gerçekleşmemişti. Operasyondan sonra koğuşlarda yapılan aramalarda da zaten silaha rastlanmamıştı.
Operasyon sırasında Ümraniye Kapalı Cezaevi'nde yaşamını yitiren Uzman Çavuş Nurettin Kurt ile Çanakkale Kapalı Cezaevi'nde Mustafa Mutlu adlı iki asker içinse resmi makamlar, “teslim ol çağrılarına ateşle karşılık veren mahkûmlarca vuruldular” diye beyanat verdiler. Ancak Kurt’a yapılan otopside, ölüme yol açan yaralanmaya “yüksek kinetik enerjili bir silahın” sebep olduğu belirlendi. Yani koğuşlardaki aramada bulunamayan, G-3 piyade tüfeği gibi uzun namlulu bir silah…

Hayata Dönüş Yargılanıyor… Ama Nasıl?
İnsaniyet zafiyeti ve demokrasi kültürü yoksunluğu taşıyan devlet otoritesinin güç gösterisi sonucu kurşunlanan, zehirlenen, yakılan ve darp edilen tutuklu ve hükümlüler katliamdan sonra operasyona katılan askerler hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundular. Savcılık soruşturmayı bir türlü neticelendiremedi elbette. Mahkûm yakınlarının “operasyonda görev alanların isim listesine ulaşma” talepleriyse uzun süre oyalandı…
Adalet mekanizması bunun yerine, 167 mahkûm hakkında isyan çıkarmaktan ve görevli 1615 jandarma ve infaz koruma memuru hakkında da 'görevi ihmal ve kötü muamele' suçundan dava açtı.
Operasyonla ilgili olarak biten tek tazminat davası ise Bayrampaşa Cezaevi'nde askerlerin öldürdüğü Murat Ördekçi’nin ailesinin İçişleri ve Adalet Bakanlığı aleyhine açtığı davaydı. İstanbul 2. İdare Mahkemesi, ilgili kararında “Yaşam hakkı ihlal edildi. Ölen hükümlünün ailesine 109 milyar ödenmeli” hükmüne vardı.
Uluslararası sözleşmelerde ve sağlık bakanlığınca yayımlanan hasta hakları bildirisinde yazılı olan, “Kişinin onayı bulunmadan kendisine herhangi bir tıbbi müdahalede bulunulamaz” ilkesine rağmen ölüm oruçları ve açlık grevindekilere zorla müdahale edilmesi sonucu onlarca hayat karartıldı. Ama diğer cezaevlerindeki operasyonlarla ilgili olarak bugüne kadar sonuçlanan dava olmadığı gibi operasyon emrini veren ve uygulatan kamu otoriteleri hakkındaysa hiçbir soruşturma açılmadı.

Bundan Sonra?
Medyanın çirkin yüzünü kullanan otorite; kuruluştan bu yana, toplum içinde bir tehdit olarak algıladığı her kesimi, düşünceyi, inancı, bireyi her türlü yola başvurarak ezmeye çalıştı. En tabii vatandaşlık haklarından bireysel protestolara, her türlü muhalif tavrı, ortaya çıktığı anda yok etmek için programlanmış gibi davrandı ve yasaklamalarla yetinmeyerek gerekirse tehdit etmekten, sürgün etmekten, kan dökmekten, yok etmekten çekinmedi. On binleri bulan faili meçhullerde, 30 yıldır bitmeyen kardeş kavgasında, 10 yılda bir yapılan balans ayarlarında… en büyük zanlı bu yüzden hep aynı kaldı!
Artık yeter, çığlığı da son yıllarda bu yüzden arttı, kuvvetlendi. Bu günlerde Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarıyla darbelerin, derin devlet organizasyonlarının, resmi çetelerin hesabı görülüyor… Eski defterler bir bir açılıyor.
Şimdi vicdanlar dünyanın gözü önünde devlet tarafından hapsedilmiş bu insanlara devlet eliyle yapılan bu zulmün hesabının ne zaman görüleceğini de soruyorlar. Bu hesaplar soruldukça yani, devlet halkının, söz milletin oldukça “Hayata Dönüş,” “Eve Dönüş” gibi arayışların da bir gereği kalmayacağına da sonuna kadar inanıyor…
Konuyla ilgili olarak fikir ve yorumlarına başvurduğumuz Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu ve Sevan Nişanyan’ın Hayata Dönüş’le ilgili görüşleriyse şöyle:
Hayata Dönüş Operasyonu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu (Psikiyatr, Siyasetçi): Cezaevlerini biliyordum, F Tipi Cezaevlerinin niçin yapıldığını da. “Hücrelere girmeyiz” diyenleri de çok iyi anlıyordum, çünkü hücrenin ne anlama geldiğini biliyordum. Fırsat bulunca değişik platformlarda dilimin döndüğü kadar hücre tipi cezaevlerinin sakıncalarını anlatıyordum. Devleti de tanıyordum; birçok kere “babalığına” tanık olmuştum. O nedenle F tipleri inşaatlarının bitiyor olması beni korkutuyordu. Bir de mahpustakiler korkuyordu. Çünkü onlar da devlet babanın tek kişilik hücrelerde neler yaptıklarını, yapabileceklerini biliyorlardı.
Elbette örgüt filan da vardı, onların siyasetleri de. Ama belirleyici olan bu değildi. İnsanların önce açlık grevine başlamaları sonra da ölüm oruçlarına yatmalarının esas nedeni korkmalarıydı. Hücre çok ürkütücüydü. “Ölürüz de hücrelere girmeyiz” sözünü birçokları “örgüt siyaseti”, hatta “blöf” olarak algılarken en çok ben ciddiye alıyordum. Bu düşüncelerle başladığımız “ölüm oruçları” ölümler olmadan bitsin, F Tipi Cezaevleri sorunu için bir çözüm bulunsun diye başlattığımız gayretlerin başarısız olması ve sonunda 32 insanın öldüğü bir operasyonla bitmesi hayatım boyunca yaşadığım en acı olaydır. Elbette böylesine bir katliam bu devlet için ilk değildi ama bir katliama “Hayata Dönüş” adı verilmesi sıradan bir zekânın ürünü değildi.
Hayata Dönüş Operasyonu bana göre tartışmasız bir şekilde bir katliamdır. Devlet, barışçı bir şekilde hak arama eylemi yapan yurttaşlarına saldırmış, 30’unu öldürmüş, yüzlercesini de yaralamıştır. Üstelik bu yurttaşlar mahpustular ve hepsi devletin koruması altındaydı. Mahpuslar F Tipi cezaevlerine gitmemek, hücrelere girmemek için açlık grevi/ölüm orucuna başlamışlardı. Devlet, ölüm oruçlarını bitirmek için “hayata dönüş operasyonu” yapıyorum dedi, 30 cana kıydı, bu arada kara kara düşündüğü F Tipi cezaevlerine nakil sorununu da halletti.
Sevan Nişanyan (Yazar, Entelektüel): Hunharca bir katliamdır. Devlet yönetme rasyonalitesiyle de açıklanması zordur, çünkü isteseler çok daha basit ve ucuz yöntemlerle biraz daha uzun sürede cezaevlerini kontrol altına alabilirlerdi. Aynı şeyi Dersim, Zilan, Sason vs. katliamları için de söyleyebiliriz. Sanki katliamı başlı başına bir yönetim tarzı olarak benimsemiş bir rejimden söz ediyoruz.
Sanırım devletin genlerine işlemiş bir gayrimeşruluk duygusunun yansımasıdır. Devlet otoritesine yönelik en ufak direnişi cinayetle ezmedikçe otoritenin ellerinden kayıp gideceğinden korkuyorlar. Askerin kurduğu devletten başka ne bekleyebilirsin ki?
Bu operasyon ve diğer birçok olayda medya-devlet ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu açıdan özellikle televizyon ve basına bakış açınızı öğrenebilir miyiz?
Mehmet Bekaroğlu: Bana göre “Hayata Dönüş Operasyonu” Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihinde gerçekleştirdiği en önemli psikolojik savaş operasyonudur. Medya bu operasyonda kullanılan en önemli araç olmuştur. Önce “Cezaevlerinde terör eğitimi veriliyor, cezaevlerine devlet giremiyor, cezaevleri terör yuvalarına döndü” tarzında yayınlar yapıldı. Açlık grevleri sırasında ise bir anda tavır değiştirildi; bu sefer tüm medya “ölüm oruçlarına yatırılan çocukların kurtarılması” havasına girdi. En son operasyona başlandığında ise aynı medya neredeyse katliamın bir parçası oldu, bu doğrultuda yayın yaptı, günlerce bu katliamın “hayata dönüş operasyonu” olduğunu anlattı.
Bu operasyon ve diğer benzer olaylarda medya her zaman devletin/otoritenin suç ortağı olmuştur.
Sevan Nişanyan: Özellikle Hürriyet grubunun tavrı utanç vericidir. Ama Hürriyet grubunun utanç verici bir şekilde davranmadığı TEK bir vaka gösterebilir misin?
HaBertaraf.com
Anahtar Kelimeler:
Hayata Dönüş operasyonu
|